12 EYLÜL: Naçiz vücudu elbet bir gün toprak olacaktı |Murat KARİN

Views 680
Okuma Süresi9 Dakika

12 Eylül 1980 darbesinin lideri, sembol yüzü, genelkurmay, MGK ve devlet başkanı, cumhurbaşkanı orgeneral Kenan Evren hayatını kaybetti. Feodal dönemdeki aristokrat isimlerini andıran bu zincirleme sıfatlar silsilesi, ne var ki, kahramanlıklar sonucu elde edilmiş muzaffer ünvanlar değil, takip eden süreçte Türkiye sosyo-politik yaşamının DNA kodlarını oluşturacak tarihsel kırılma noktalarının bir yansıması idi. Türkiye’de ismi çoğunlukla işkenceler, fişlemeler, idamlar ve ölümlerle anılan Evren, dünya çapında süregelen ekonomik ve siyasi dönüşümün Türkiye ayağının temsilcisi ve öncüsüydü.

 

Kenan Evren’i “anlamak”

Dünya tarihinin 1950lerden sonrasını domine eden kavram, hiç kuşkusuz Soğuk Savaş idi. Ortak düşman Nazi Almanyası’nı yenilgiye uğrattıktan sonra dönemin iki süper gücü ABD ve SSCB birbirine rakip emperyalist güçler olarak dünyayı paylaşma (daha doğru bir ifade ile pastadan pay kapma) yarışına girdiler. Teorik temelleri çok önceden ifade edilmiş olsa da (1936) temel olarak istihdama, ücretlerin artırılmasına, sınıflar arası gerilimin minimalize edilmesine ve piyasada sirküle olacak paranın belli bir seviyenin altına inmemesine dayanan Keynesyen ekonomi-politik, daha bilindik adıyla Refah Devleti uygulamaları için uygun koşullar artık oluşmuştu: İkinci Dünya Savaşı sonrası savaşın çok büyük bir bölümüne sahne olan Avrupa sermaye birikimini imkansız kılacak çapta büyük bir yıkıntıya uğramıştı. Savaş esnasında ve sonrasında şovenist polikalar ile boğulsa da savaş öncesinde işçi sınıfı hareketleri oldukça ürkütücü bir hale gelmişti, dahası Savaş’tan galip çıkan ve Doğu bloku ülkelerini devlet kapitalizmi ekonomisine entegre eden SSCB’nin prestiji de sosyalizmin hanesine yazılan bir artı olarak değerlendiriliyordu. Bağımsızlığını kazanan eski sömürge devletleri ve bunların Soğuk Savaş’ın hangi bloğuna entegre olacağı sorunsalı dönemin politik koşullarını etkileyen bir diğer etmendi. Böylesi bir dönemde devletin ekonomik ve toplumsal yaşamdaki rolü de yeniden belirlenmeliydi: Devlet artık “dümen tutmak”tan “kürek çekme”ye geri dönmeli ve aktif sorumluluk alarak piyasadaki aktörlerden biri haline gelmeliydi.

Ne var ki bu rüya(!) çok uzun sürmedi. 1970li yıllar ile birlikte Soğuk Savaş’ın her iki kanadı da derin bir kriz içine girdiler. Devrim’in yayılamaması ile içe kapanan, içe kapandıkça Ekim Devrimi’nin kazanımlarını birer birer geri alarak yozlaşan, yozlaştıkça çareyi Dünya kapitalist sistemine eklemlenmekte bulan SSCB, 70li yıllarda iyiden iyiye bir bürokrasi heyulasına dönüşmüş, sistem neredeyse işlemez hale gelmişti. Diğer yandan Batı bloğundaki senaryo da çok farklı değildi: İkinci Dünya Savaşı’nın yaraları sarılmış sermaye birikimi ulusal sınırlarını doldurarak uluslararası sirkülasyona hazır hale gelecek kadar “semirmiş”ti. Çok değil, 30 yıl öncesinin cankurtaranı olan Refah Devleti artık kamu kaynaklarının israfı ile “kırtasiyecilik”(kağıt/evrak işleri) ile eleştirilir olmuştu. Bir zamanlar “son çare” olarak teorize edilen ve “nimet”lerinden büyük ölçüde yararlanılan Keynesyen gömlek artık dar gelmeye başlamıştı. 1973’teki meşhur Petrol Krizi her iki bloğun krizine de deyim yerindeyse tüy dikti.

Soğuk Savaş’ın her iki bloğu da böylesine derin bir kriz içindeyken Batı bloğu krize Doğu’nun asla veremeyeceği (öyle ki SSCB’nin yanıt veremediği bu kriz 1991’de dağılmasına sebep olacaktı) bir yanıt üreterek kriz içinden kendini yeniden üreterek sıyrılmayı başardı: Neo-liberalizm. 1944’te Bretton Woods antlaşması ile teorize edilen bu yeni üretim modelinin gerektirdiği dönüşüm kamu sektörü reformları ile sağlanabilecekti, bu reformlar devletin ekonomik ve sosyal hayattaki işlevini yeniden tanımlıyordu: Devlet piyasaya müdahaleyi minimuma indirgeyerek piyasadan bir aktör olarak çekilecek; yani “dümen tutan devlet”e yeniden dönüş yaşanacaktı. Devlet ayrıca gerek kurumları (özelleştirme) gerek personeli (işten çıkarma) ile küçültülecek, kamu hizmetleri (en azından bir kısmı) artık özel sektör tarafından görülecekti. Bunun anlamı devletin yarattığı boşluğun piyasa tarafından kapatılması; yani taşeronlaşma idi. Sosyal harcamalar (israf olarak nitelendirildikleri için) kısılacak, çalışma saatleri esnekleştirilerek uzatılacak ve ücretler düşürülecekti. Böylesi bir dönüşümün yolu elbette işçi sınıfının örgütlülüğünün ve kazanılmış haklarının üstünden geçiyordu. Nitekim neo-liberal dönüşümün öncüsü olan Margareth Thatcher ve Ronald Reagen’ın iktidara gelir gelmez ilk icraatları işçi sınıfına deyim yerindeyse savaş ilan etmek oldu.

Thatcher ve Reagen’ın politikalarının İngiltere ve ABD’de krizden çıkma konusundaki başarıları bu uygulamaların neo-liberal dönüşüm adı altında dünyaya yayılmasının önünü açtı. Soğuk Savaş’ın Batı bloğundaki ülkeler krizden çıkmak için neo-liberal politikalara dört elle sarıldı ve bu politikaları uygulayacak hükümetler başa gelmeye başladı: Fransa’da François Mitterand (1981-1995), İspanya’da İspanyol Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) hükümetleri (1985-1996) Arjantin’de Carlos Menem (1989-1999). “Demokratik” yollarla dönüşümün mümkün olmadığı ülkeler için de neo-liberalizmin seçenekleri elbette mevcuttu: Askeri darbe. 1973’te Şili ve birazdan görüleceği gibi 1980’de Türkiye.

Soğuk Savaş’ın Batı bloğuna dahil olan Türkiye de elbette bu dönüşümden muaf değildi. Nitekim 1980 yılında Süleyman Demirel başbakanlığında ve Turgut Özel müsteşarlığında alınan ünlü 24 Ocak Kararları neo-liberal politikaların Türkiye’ye uyarlanması anlamına geliyordu. Dönemin TÜSİAD başkanına “artık gülme sırası bizde” sözünü söyleten kararlara göz atıldığında kararların içeriği ve anlamı daha net gözler önüne serilmektedir.

  • Türk lirasının devalüe edilmesi
  • İhracata dayalı sanayiyi özendirirken ihracata sürekli destek vermesi
  • Kamu kesimince üretilen temel mallarda sübvansiyonların kaldırılması ya da azaltılması
  • Faizlerin devlet tarafından değil piyasa tarafından belirlenmesi
  • Fiyat denetimlerinin kaldırılması ve fiyatların arz-talep ilişkisine göre belirlenmesinin sağlanması
  • Yabancı sermayenin özendirilmesi için yeni önlemlerin alınması, devletin elindeki bazı üretim alanlarının yerli ve yabancı özel sermayeye bırakılması (1)

Bu kararlar ile Türkiye’de ekonomiye devlet müdahalesi azaltılmış, eskinin ithal-ikameci ekonomik modeli terk edilmiş,  ihracat temelli dış ticaretin önü açılarak yerli ve yabancı sermayeye dayalı bir ekonomik model benimsenmek istenmiştir. İki kutuplu dünyanın Batı bloğunun bir üyesi olan Türkiye, bu konumunu bir kez daha net bir biçimde ifade etmişti.

Ne var ki bu kararların alınması aynı rahatlıkla uygulanabileceği anlamına gelmiyordu. Zira Türkiye toplumu ve işçi sınıfı belki de tarihinde hiç görmediği bir örgütlülük içinde idi. 1970’lerin başında Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya gibi gençlik önderleri tarafından domine edilen Türkiye devrimci hareketi, 12 Mart 1971 darbesinin yarattığı frenlemeyi 1970’lerin ikinci yarısında aşarak yeniden yükselişe geçmişti. Türkiye işçi sınıfı da 15-16 Haziran Olayları’nda eriştiği zirvenin ardından yeniden yükselişe geçmiş, fabrika işgalleri ve grevler ile ekonomik hak taleplerinin yanında 16 Mart Katliamı örneğindeki gibi siyasal amaçlarla da sınıfsal gücünü ortaya başlamıştı. Kolluk kuvvetleri arasında dahi bölünme baş göstermiş, herhangi bir toplumsal olayda devleten değil halktan yana olacaklarını açıklayan devrimci polisler de POL-DER adı altında örgütlenmişti. Sınıfsal niteliği tartışmasız olan 24 Ocak Kararları’nın böylesi bir sosyo-politik ortamda uygulanmasının imkanı yoktu.

İşte Kenan Evren’in Türkiye siyasi tarihindeki yeri ve önemi tam olarak burada yatmaktadır:  Türkiye’nin neo-liberal politikalara entegrasyonunun önündeki en önemli engel olan toplumsal örgütlülük Kenan Evren önderliğindeki 12 Eylül 1980 tarihinde kelimenin tam anlamı ile ezilmiştir. Bu bağlamda Evren, Türkiye’deki neo-liberal politikaların kas gücü, sert, tavizsiz ve yıldırıcı yüzüdür, Margareth Thatcher’a verilen “demir leydi” lakabı Kenan Evren’in bizatihi varlığında tezahür etmekteydi.

 

“Yeni Türkiye”nin Ayak Sesleri

Her ne kadar 2010ların Türkiye’si için kullanılan bir kavram olsa da Yeni Türkiye’nin temelleri Kenan Evren’in açtığı yolda atılıyordu; zira bir daha Türkiye asla eskisi gibi olmayacaktı. Hukuk’un nasıl üretim ilişkileri tarafından belirlenen bir üst yapı kurumu olduğunu ve sermayenin çıkarları gereği nasıl göz ardı edilebileceğini ispatlarcasına bütün hukuki ve siyasi kurumlar sermayenin taleplerine %100 yanıt vermek adına kelimenin gerçek anlamı ile devre dışı bırakıldı: Parlamento, siyasi partiler ve sendikalar kapatıldı.  Anayasa, yürürlükte kalmasına rağmen MGK kararlarının 1961 Anayasası ile çelişen hükümlerinin anayasa değişikliği hükmünde sayılacağı belirtilerek bağlayıcılığı tamamen ortadan kaldırıldı; bunun anlamı anayasanın fiili olarak askıya alınmasıydı.  Anayasanın bağlayıcı olmadığı yerde kanun ve normlar hiyerarşisinin daha aşağı hukuki metinlerinin (tüzük, yönetmelik vs.) bağlayıcılığından elbette söz edilemezdi. Hukuk bütünüyle hiçbir mecaz ya da mübalağaya yer bırakmaksızın devre dışı bırakılmıştı, Evren 30 yıl sonra gururla ifade ettiği gibi ihtilale teşebbüs etmemiş, ihtilali yapmıştı (2). TBMM Başkanlık Divanı 6.12.1983’te yeniden toplanana kadar ülkede geçerli olan yegane karar alma mercii Milli Güvenlik Konseyi idi. Aradaki hukuk perdesi kaldırılmış, sermayenin diktatörlüğü çırılçıplak bir şekilde gözler önüne serilmişti.

Kenan Evren 1980-1983 yılları arasında üç yıl için ülkede egemenlik yetkisini kullanan tek kişi, yetkilerini devralmayıp gasp etmesi farkıyla adeta Leviathan ın yeryüzündeki tezahürü idi. 7 Kasım 1982’de halkoyuna sunulan tek şey hazırlanırken hiç de acele edilmeyen anayasa taslağı değildi, oylamadan evet çıkmasının bir diğer sonucu Kenan Evren’in ısrarla kullanmadığı “cumhurbaşkanı” sıfatının kendisine takdim edilmesi idi-zira Evren cumhurbaşkanı seçilene kadar “Türkiye’nin cumhuriyet geleneğine duyduğu saygıdan” dolayı “devlet başkanı” sıfatını kullanmıştı-. Darbeden sonra ilk parlementer seçim 6 Kasım 1983’te yapıldı, seçimden ANAP parlamentodaki 400 koltuktan 211ini alarak tek başına iktidar oldu. Evren’in kürsülerden bağıra çağıra oy istediği asker kökenli Turgut Sunalp’in MDP’si seçimden ancak üçüncü çıkarak hüsranla ayrıldı. Neyse ki Sunalp yerine iktidara gelen partinin genel başkanı 24 Ocak Kararları’nın mimarı Turgut Özal’dı. “Milli idare” neo-liberal politikalara halel getirmemişti.

Türkiye ekonomik ve siyasi hayatının sonraki 30 yılının temeli böyle bir dönemde atıldı. Komünizm’ in anti-tezi olarak dini değerlendiren Kenan Evren, onu toplumun her tabakasına pompalamak için kürsülerde kuran okuyup imam çocuğu olduğunu her fırsatta dile getirdi. Evren’in bu çabaları elbette kurumsal olarak da karşılığını buldu: Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu, imam hatip liseleri bu dönemde aktifleştirilirken ilk ve orta öğretimde zorunlu din dersi uygulaması da yine bu dönemde başladı. Devrimcilerin boşalttığı sokaklar tarikatlar ve cemaatler tarafından dolduruldu. Siyasal İslam, sonraki 20 yıl boyunca yayılacağı sosyal tabanı ile fiziksel olarak bir araya getirilmiş, 90lı yılları domine ederek AKP’nin yükselişinin en büyük dayanağı olacak “irtica korkusu”nun temelleri bizzat devlet eliyle atılmıştı.

12 Eylül Darbesi’ni getirileri elbette din mefhumunun topluma nüfuz etmesinden ibaret değildi. Türkiye toplumunu domine edecek, başka bir deyişle sonraki 30 yılın toplumsal sorunlarının temelini teşkil edecek birçok değişiklik bu dönemde yapıldı. Yurttaşlık tanımı (Anayasa md 66: Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür), Askeri Yargı, %10 seçim barajı, Siyasi Partiler Kanunu, grev hakkının kullanımını neredeyse imkansız kılarak sınırlandırılması, üniversiteleri kontrol altında tutmak için kurulan YÖK…

Eski cumhurbaşkanı öldü, yaşasın yeni cumhurbaşkanı!

24 Ocak Kararları ile başlayan 12 Eylül darbesi ile uygulanmaya başlanan Türkiye’nin neo-liberalizme entegrasyonu süreci 2002 yılında iktidara gelen AKP ile tamamlanmıştır. 24 Ocak ve 5 Nisan kararlarının ardından sermayenin talepleri büyük oranda AKP döneminde gerçekleştirilmiştir. Özelleştirmeler, düşük ücretler, esnek, yani güvencesiz çalışma; 12 Eylül’ün belkemiğini oluşturan bütün kurumları -YÖK, seçim barajı, Diyanet İşleri Başkanlığı vesaire-  olduğu gibi varlığını korumaktadır. Özellikle seçim barajı ayrı bir parantezi hak etmektedir. 2002 genel seçimlerinde AKP geçerli oyların %34ünü almasına rağmen 365 milletvekili ile meclisteki koltukların %66sını alarak tek başına iktidar olmuştur. DYP %9, MHP %8, GP (Genç Parti) %7, DEHAP %6, ANAP %5 olmak üzere geçerli oyların %45’i meclis dışı kalmıştır; AKP’nin girdiği ilk seçimde tek parti ile iktidar olmasını borçlu olduğu yegane kurum %10 seçim barajıdır.

Erdoğan’ın Margareth Thatcher için söylediği “Thatcher, cesareti, azim ve kararlılığıyla birçok siyasetçi için ilham kaynağı olmaya devam edecektir” (3) sözleri belki de AKP’nin ideolojik bileşenlerini en net biçimde ortaya koyan ifadedir. Zira AKP hem muhafazakarlık hem otoriterlik hem de tercihini büyük burjuvaziden yana kullanan net sınıfsal tavrı ile 12 Eylül’ün devamcısı niteliğindedir. Bu bağlamda 12 Eylül 2010 referandumu ile askeri darbe ile hesaplaşmak ciddiye dahi alınmaması gereken bir söylemdir. Askeri darbe ile hesaplaşmak bizatihi kendisi askeri bir darbenin ürünü olan AKP iktidarının, deyim yerindeyse fıtratında yoktur. Bu bağlamda Evren’in ölümü biyolojik olmanın ötesine geçememektedir, Zira AKP’nin bizzat kendisi önderini kaybeden 12 Eylül’ün iktidarda olan fikirleridir. İşkenceleri, göz altında kayıpları, fişlemeleri, 17 yaşındaki Erdal Eren dahil olmak üzere idamları yurt dışına kaçırmaları ile tanınan Evren’in cezası infaz bile olunmayan yalandan bir yargılama ile evinde, sıcak yatağında ölmesi de Türkiye halklarının, işçi sınıfının ve devrimcilerinin alnında bir lekedir.

 

Bugün Türkiye’de her türlü hak arama mücadelesine kuşku ve önyargı ile yaklaşan mevcut algı hiç kuşkusuz 12 eylül darbesinin en büyük başarılarındandır. Türkiye işçi sınıfının bütün hareketlerini kısıtlamak üzere tasarlanmış 1982 Anayasası, işçi sınıfı için bir deli gömleği işlevinde idi. Geçtiğimiz 30 yılda anayasanın yaklaşık yarısı değiştirilmiş olsa da bu gömlek yırtılmamış, ancak belli oranda gevşetilmiştir. Bu gömleği parçalamanın yolu elbette sokaktan, sınıf mücadelesinden, direnişten geçmektedir.

 

 

Referans Listesi

1: http://www.journalagent.com/pausbed/pdfs/PAUSBED_2_15_32.pdf

2:http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/384958/Evren__ihtilale_tesebbus_etmedik__yaptik.html

3: http://www.haber7.com/dis-politika/haber/1011812-erdogan-thatcher-tarihin-etkili-liderlerindendi

Previous post Sarayın savaşına dur de! |SOSYALİST ALTERNATİF
Next post KIBRIS: Ulusal sorunda yeni bir dönem mi? |Athina KARIATI