Skip to content
Views 1489
I. Bölüm: Dördüncü Enternasyonal’in kuruluşundan Stalinizmin yıkılmasına kadar
Troçki, Dördüncü Enternasyonal‘in inşasını, 1930’ların ortasında hayatında yaptığı en önemli iş olarak göstermişti –Ekim Devrimi veya Rus İç Savaşın sırasında örgütleyici biri olarak yaptığı işten bile daha önemli. Troçki’nin ölümünün 70 yıl sonrasında Troçkist bir kitle partisinin olduğu tek bir ülke bile yok, buna karşın birbiriyle rekabet halinde kendini Troçki’yle kimliklendiren birçok örgüt ve enternasyonal var. O halde Troçkizm başarısız mı oldu?
İşçi sınıfı hareketinin diğer akımlarına kıyasla Troçkizmin bir bilançosu yapıldığında farklı bir resim ortaya çıkar: Troçki, dördüncü bir Enternasyonal için mücadele ettiği sırada işçi sınıfının kitle örgütleri olarak iki tane enternasyonal mevcuttu: Reformist olan Sosyalist Enternsyonal (İkinci Enternasyonal) ve Stalinist olan Komünist Enternasyonal (Üçüncü Enternasyonal).
İkinci Enternasyonal 1951’de Sosyalist Enternasyonal olarak tekrar kuruldu ve kağıt üzerinde varlığını hala sürdürüyor. Fakat üyeleri için reform artık tam aksi bir anlam taşıyor: Çalışan nüfusun yararına iyileştirmeler değil, bilakis geçmişte elde edilmiş iyleştirmelerin/kazanımların yok edilmesi. Sosyalist Enternasyonal, Troçki’nin zamanında işçi sınıfı içerisinde köklü olarak yerleşik, fakat kapitalizm yanılısı hainler tarafından yönetiliyorken, günümüzde sadece o zamandan geriye bir gölgedir ve işçi sınıfının mücadele aracı olarak hiç bir potansiyel değeri yoktur.
Üçüncü Enternasyonal 1943’de lağv edildi. Stalinizm, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından birçok ülkede halen bir kitle bağına sahipti (her şeyden önce Sovyetler Birliği’nin ve Komünist Partilerin, Hitler’e karşı zaferdeki devasa katkılarından dolayı). Fakat günümüzde [Stalinizmle özdeşleşen] komünist partilerin bir kısmı, sosyal demokrat partiler gibi, tamamen buruva partilerine dönüştüler, diğerleri ise büyüklük ve etki bakımından küçülerek bir kitle bağı örgütleyebilecek dinamik işçi örgütleri olamaktan ziyade, geçmişin tozlu kalıntıları halindeler.
Ve tüm yakıştırmaların aksine [politik ve örgütsel] bölünmüşlük Troçkizme özgü bir şey değildir: Stalinistler, Sovyet yanlısı Stalinsitler, Titocular, Maocular, Avro Komünistler vb. biçiminde ayrıştılar. Bunların, aralarındaki çatışmalar Troçkistlerden farklı olarak her zaman sözle de gerçekleşmedi: Stalinist devletler arasında savaş (Çin-Vietnam, Vietnam-Kamboçya) ve sınır anlaşmazlıkları (Sovyetler Birliği- Çin) ortaya çıktı. Sovyet rejimi yanılısı ve Maoist Stalinist gerilla grupları arasında kanlı çatışmalar meydana geldi (1970’lerde Etyopya ve 1980’lerde Afganistan).
Peki, Troçkinin sürekli olarak atıştığı diğer teorisyenler? Almanya’da veya enternasyonal çapta Karl Korsch, Brandler ve Thalheimer, Bordiga, Seydewitz ya da Buharin’in geleneğine dayanarak ayakta duran herhangi bir politk örgüt kaldı mı? Muhtemelen bazı okuyucular bu isimlerden bir tanesini bile tanımıyorlardır.
“Troçkizm“ ifadesi gerçekten de ilk önceleri Stalinistlerin karşıtlarına iftirada bulunmak için kullandıkları bir etiketti. Sovyetler Birliği‘nde 1936 ile 1938 arasında gerçekleşen “temizlik“ (kitlesel cinayetler) sırasında Stalinist infaz mangalarına karşı binlerin “yaşasın Troçki!“ naraları, bu ifadeyi bir hakaret sözcüğünden bir onur ifadesine dönüştürdü. Buna rağmen “Troçkizm“ devrimci Marksizmin günümüzdeki modern ifadesinden başka bir şey değildir. Bu geleneğe Troçki gibi Rosa Luksemburg ve Lenin de bir o kadar katkıda bulunmuşlardı. Ve İkinci Dünya Savaşı’ından sonra İşçi Enternasyonali Komitesi (CWI) ve onun Britanya’dan öncül örgütleri (WIL – Workers’ International League ve RCP – Revolutionary Communist Party) bu geleneği ileriye taşıdılar.
CWI için Troçkizmin tarihi herşeyden önce devrimci Marksizmin fikirlerinin sürekli gelişiminin tarihidir. CWI’ın içinden geldiği akım Troçki’nin yaptığı gibi Marksist yöntem aracılığyla, değişime uğramış gerçekliği anlamaya çalıştı; özellikle de İkinci Dünya Savaşı ve Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nde Stalinizmin yıkılmasından sonra dünya çapında ortaya çıkan yeni durumu. Kendini Troçki ile kimliklendiren diğer akımlar Troçki’nin yöntemlerinden çok, sözlerine tutundular. Ya da Troçki tarafından geliştirilen perspektifler gerçekleşmediğinde devrimci Marksizmin geçerli olan temel prensiplerini bir kenara fırlatıp işin kolayına kaçtılar.
Dördüncü Enternasyonal‘in kurluşu
1933 yılında Sosyal Demokratlara [Almanya] “sosyal faşist“ olarak söven KPD [Alman Komünist Partisi ç.n.] önderlerinin sekter politikaları Hitler’e iktidar yolunu kolaylaştırmıştı. Enternasyonal işçi sınıfı hareketinin bu feci yenilgisinin geriye dönük bile olsa ciddi bir özeleştiri doğurmamış olması, Troçki’yi Komünist Enternasyonal‘in (III. Enternasyonal ç.n) artık reforme edilebilir olmadığı, bilakis devrimci bir örgüt olarak artık ölü olduğu ve yeni bir Enternasyonal’in, IV. Enternasyonal‘in kurulmasının zorunlu olduğu sonucuna götürdü. Stalinzme karşı mücadelede ortaya çıkan Enternasyonal Sol Muhalefet ve Troçki, takip eden yıllarda yeni bir enternasyonal‘in kuruluşu için müteffik aradılar. Fakat her defasında “zamanlamanın uygun olmadığı” cevabını aldılar ki Almanya, İspanya ve birçok yerde sayısız yenilgilerin ardından kitlesel nitelikte bir Enternasyonal’in kısa vadede mümkün olamayacağını en iyi bu kesimler biliyordu aslında. Diğer taraftan Troçki, enternasyonal bağlantılar kurmanın ve politik meseleleri açıklığa kavuşturmanın savaş koşullarında ne kadar zor olduğunu I. Dünya Savaşı esnasında bizzat deneyimlemişti. Bu yüzden İkinci Dünya Savaşı tehdidi öncesinde bu savaşın ardından beklenilen devrimci bir dalgada kitlelere çekim gücü olacak bir Enternasyonal’in iskelesini, -bu her şeyden önce politik bir program demek- kurmanın ne kadar önemli olduğunu anlamıştı. Böylece Troçkinin ısrarıyla 3 Eylül 1938’de IV. Enternasyonal’in kuruluşu gerçeleşti.
Bir yıl sonra İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Savaş başladığında Enternasyonal’in en büyük seksiyonu Amerikan Socialist Workers Party (Sosyalist İşçi Partisi, SWP) içerisinde şidetli bir fraksiyon çatışması yaşanıyordu. Fakat bir bütün olarak savaş yılları Troçkistlerin sürekli bölünmesine dair klişeyi çürütür nitelikte: Birçok ülkede Troçkist örgütlerin birleşmesine tanık olundu veya yeni örgütler Troçkizme katıldılar. Bu, Troçkinin IV. Enternasyonal için oluşturduğu politik temelin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu. Hatta 1943’te Nazi işgalcilerden gizli olarak Geçici bir Avrupa Sekreteryası oluşturulması bile başarılabildi.
CWI’ın tarihi açısından Büyük Biritanya’daki gelişmeler burada önem arz ediyor. ABD’deki SWP’nin en önemli lideri P. Cannon, Britanyalı çeşitli Troçkist örgütleri 1938’in yazında IV Enternasyonal’in kuruluşunun hemen öncesinde birleştirmeye çalışmıştı. Bu birleşmenin sağlam bir politik temeli olmadığı gerekçesiyle bir tek Workers International League (Enternasyonal İşçi Birliği –WIL, Ted Grant’ın ve CWI’ın öncül akımını kuran diğerlerinin örgütü) bu birleşmeye katılmayı reddetti. IV. Enternasyonal‘in sadece bir gün süren kuruluş kongresinin Britanya meselesini ciddi bir biçimde ele almaya yeterli zamanı yoktu ve gerek nesnel gerekse de politik olarak yanlış bir tutum aldı. Takip eden yıllarda ortaya çıkan gelişmeler WIL’i haklı çıkaracaktı. Dördüncü Enternasyonal’in resmi seksiyonu Revolutionary Socialist League (Devrimci Sosyalist Birlik, RSL) daha çok iç çatışmalarla meşguldü, ta ki örgüt karşılıklı tasfiyelerin ardından 170’ten 23 üyeye düşene kadar. WIL ise kurulduğu sıradaki 9 ve 1938’de 30 üyeden RSL’den ve daha çok da yeni katılımlarla 300 üyeye ulaştı. Sonunda WIL ve RSL 1944’te IV. Enternasyonal’in resmi seksiyonu olarak Revolutionary Communist Party (Devrimci Kommünist Parti, RCP) adı altında birleşti.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yeni durum
Troçki 1906’da ilk önemli yazısında “Marksizim, her şeyden önce bir analiz yöntemidir –metinlerin değil, bilakis sosyal ilişkilerin analizinin“ diye yazar. Onun ölümünün ardından Dördüncü Enternasyonal’in liderleri değişen sosyal ilişkileri inceleyeceklerine maalesef Troçkinin metinlerine yapışıp kaldılar. Bu, Cannon’un İkinci Dünya Savaşının bittiğini inkar eden 1945’teki konuşmasındaki gibi çok garip durumlara yol açtı: Troçki, İkinci Dünya Savaşı’ından sonra Stalinist Sovyetler Birliği’nin ayakta kalamayacağını düşünyordu. Sovyetler Birliği hala duruyordu, o halde savaş da bitmiş olamazdı…
Troçki’nin de öngördüğü üzere birincisinin ardından olduğu gibi İkinci Dünya Savaşı’nın ardından da devrimci bir dalga meydana geldi. Fakat bu ikinci dalga, temel özellikler itibariyle farklılıklar gösterdi. Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan devrimci dalga, işçi sınıfınının, Bolşeviklerin, yani devrimci Marksitlerin önderliğindeki Rus Devrimiyle iktidarı ele almasına yol açmıştı. Böylelikle Komünist Enternasyonal çabucak kitlesel bir güç olabilmiş ve Enternasyonal‘deki Bolşevikler otoritelerini sekter ve oportünist akımlara karşı kullanabilmişlerdi.
Hitler’in hedefinin Sovyetler Birliği’ne karşı savaş ve orada kapitalist bir restorasyon olduğu konusunda Troçki her zaman kendinden emindi (ve Hitler-Stalin-Anlaşması sadece bir aşamaydı). O, ya restorasyonun gerçekleşeceğini ya da sovyet işçilerinin bürokrasiyi devrimci yöntemlerle yıkıp tekrar işçi demokrasisini yerleştireceğini bekliyordu. Bunun yerine Stalin’in ve onun bürokrasisinin liderliğinde sovyet işçileri [II. Dünya Savaşından] galip çıktı ve Stalinizm enternasyonal çapta oldukça güçlendi. Birinci Dünya Savaşı’ında Almanya ve Avusturya gibi ülkelerde işçilerin devrimci sosyalist çabalarını boşa çıkartan bir tane reformist enternasyonal varken, şimdi ortada iki tane hain enternasyonal bulunuyordu, hem de bunlardan biri Ekim Devrimi’nin otoritesine ve Hitler’e karşı zafere sırtını dayıyordu. Sosyal Demokrasi ve Stalinizm sosyalizmden bahsediyorlardı ise de gerçekte Batı Avrupa’da kapitalizmi kurtardılar.
Troçki 1933’te Komintern’in devrimci bir güç olarak mefta olduğunu yazmıştı. Bazı taraftarları buradan yola çıkarak onun tamamen ölü olduğunu sonucunu çıkardılar. 1930’lardaki sayısız yenilgi, reformizmi ve Stalinizmi gerçekten de iyice zayıflatmıştı. Ne var ki işçiler Dördüncü Enternasyonal’e yönelmediler, bilakis geçici olarak demoralize oldular. Savaş boyunca politik bir radikalleşme ortaya çıktığında da [işçiler] yeniden geleneksel örgütlerine döndüler. Faşizmin baskısı, ona karşı olanların aralarındaki farklıları ortadan kaldırmıştı (“faşizmin alacakaranlığında tüm kediler gridir“ diye yazmıştı Troçki24.4.1935’te). Demokrasiye olan özlem o kadar güçlüydü ki, bu durum, burjuva demokrasisinin sınırlılığını hafızalarda silmişti. Kitlelerin ekonomik alanda kapitalizmden yana olmalarından değil: Dünya ekonomik krizi, savaş, Almanya ve işgal ülkelerinde kapitalistlerin Nazilerle birlikte hareket etmesi vs. gibi hatıralar sosyalizm için kitlesel bir hava oluşturmuştu. Ne var ki reformist ve Stalinist yöneticiler onlara “şimdi öncelikli olarak üretimi rayına oturtmamız, ekonomiyi inşa etmemiz gerekiyor“ dediğinde, bu, savaşın yarattığı yıkım karşısında onlara inandırıcı geliyordu. Nötr bir ekonomiyi değil, bilakis nefret ettikleri kapitalizmi tekrar inşa ettiklerini ancak sonra anlayacaklardı. Böylece kitlelerin bir taraftan sosyalizm istedikleri, diğer taraftan ise reformist ve Stalinistler tarafından sosyalizme bağlıymış gibi görünerek –onlar da sosyalizmi isterlermiş ne var ki bu çabuk olamıyormuş-, onları kandrımalarına müsade ettikleri paradoksal bir durum otaya çıktı. Buna karşın, İtalya ve Belçika’da monarşinin idame ettirilmesi veya Fransız parlamentosunun oda sayısı gibi küçük konular siyasi bir bomba etkisi yarattı. Kitlelerin artık sabrı tükenmişti…
Dördüncü Enternasyonal içerisinde savaş sonrasında demokratik taleplerin önemi hakkında bir tartışma ortaya çıkmıştı. Maalesef sekter bir tutum üstün gelerek, somut mücadele koşullarını göz önünde bulunduran bir taktiği savunanlar (Britanya’daki RCP gibi) oportünist olarak gösterildi. Oysa bu mesele, Troçkistlere kitle partilerine basınç uygulama ve işçileri onlardan, dolayısıyla da burjuva ortaklı halk cephesi koalisyonu hükümetlerden koparmak için bir fırsat sunuyordu.
Söz konusu sekter taktik, durumun tamamen gerçekçi olmayan bir değerlendirmesinden kaynaklanıyordu: Buna göre, Batı Avrupa’daki ABD işgalcileri, kendilerinden önceki Nazi işgalcileri ile aynı yöntemleri kullanmaktaydılar; Batı Avrupa’da artık burjuva demokrasisi değil, sadece askeri diktatörlükler mümkündü. 1940’larda hiç kimse kapitalizmin 1948’den 1979’a kadar tarihinin en hızlı ekonomik büyümesine sahip olacağını öngöremedi. Oysa ortada ekonomik bir istikrar ve büyümenin olduğu aşağı yukarı 1947’lerde belirginleşmişti.
Dördüncü Enternasyonal’in yönetimi ekonomik gelişmeleri kıyısından köşesinden bile analiz edebilecek durumda değildi. Ekonomik bir iyileşmeden bahsederken, aynı zamanda bir büyüme potansiyelini olumsuzlayarak doktriner bir biçimde kapitalizmin 1938’deki seviyeyi hiçbir zaman geçemeyeceğini idda etti. Buna karşın RCP sadece ekonomik bir toparlanma değil bir büyümenin de söz konusu olduğunu görmüştü. Ve eski faşist ve faşistlerce işgal edilmiş ülkelerde sosyal demokrat ve komünist partilerin kendilerini destekleyen kitlelerin arzularının aksine kapitalizmi kurtardığını görebildi. Bu partiler, SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi)‘nin Birinci Dünya Savaşı’nın ardından oynadığı rolün benzeri bir rol oynadılar. Bu şekilde kapitalizm karşı devrimci dalgaları atlatabildi ve böylelikle de kitlelerin demokratik çabalarına karşılık verdi. Bu, demokratik biçimli kapitalist bir karşı devrimdi. RCP bile kapitalizm tarihinde yaşanan en büyük ekonomik büyümenin gelmekte olduğunu ve bu temel üzerinde Batı Avrupa’da tarihsel bir dönemin bütününü kapsayan istikrarlı burjuva demokrasilerinin ortaya çıkabileceğini öngöremedi. Bu yüzden Fransa ve İtalya’da ortaya çıkmış olan bujuva demokrasilerini Almanya Weimer Cumhuriyeti’nde olduğu gibi istikrarsız şekilinde değerlendirdi. Yani RCP, Dördüncü Enternasyonal’in liderliğinin aksine kısa vadede doğru perspektifler ortaya koyabildi ve uzun vadeli perspektiflerini de takip eden yıllarda kademe kademe düzeltti.
Doğu Avrupa
Dördüncü Enternasyonal’in liderliğinin Doğru Avrupa’da olan gelişmelere ilişkin bakış açısı ise daha kötüydü. Stalinizmi önce diplomatik bir baskının bile kapitalist restorasyona götürebileceği kadar zayıflamış olarak değerlendirdi. Buna göre, Doğu Avrupa ve Çin’de kapitalizmin alaşağı edilerek Sovyetler Birliği’ni model alan Stalinist devletlerin kurulabilmesi imkansızdı, sonuçta orada Rusya’daki gibi işçi devrimleri meydana gelmemişti. Dördüncü Enternasyonal’in liderliği buna dayanayrak Doğu Avrupa’nın hala kapitalist olduğunu söyledi. Gerçekte ise bu ülkelerde kaptilizmden eser kalmamıştı. Kapitalist sınıfların bir kısmının Naziler tarafından kökü kazılmışken, bir başka kısım da ilerlemekte olan Kızıl Ordu’nun korkusundan Nazilerle birlikte kaçmıştı. Yeni iktidar sahipleri arta kalan burjuva partileriyle [önce] halk cephesi koalisyonları oluşturdular. İşçiler tarafından alttan örgütlenmiş konsey/şura benzeri yapılar bastırıldı. Bürokratik devlet aygıtı kapitalist devletlere benziyordu, fakat kilit noktalarda (ordu, polis) sadık Stalinistler bulunuyordu. Devrimci kitleler kontrol altına alındıktan ve sosyalist tehlike (Stalinist bakış açısından) uzaklaştırıldıktan sonra kapitalist müttefiklere tekme atılarak geride kalmış olan kapitalistler mülksüzleştirildi ve Sovyetler Birliği modelinde (üretim araçları üzerinde devlet mülkiyeti, planlı ekonomi ve tek parti diktatörlüğü) Stalinist devletler kuruldu. Burada, işgalcilerin Kızıl Ordu ya da partizan orduları (Yugoslavya, Arnavutluk veya Çin’deki gibi) tarafından mı defedildiği fark etmiyordu. Gelişmelerin arka planında yatan şey uluslararası güç dengeleriydi: Kapitalizm bu ülkelerde gelişememişti; Kızıl Ordu’nun Nazi Almanyası karşısındaki zaferi Stalinizmi güçlerndirmiş, emperyalizmi zayıflatmıştı.
RCP liderliği bu ülkelerde kaptilizmin yıkılmış fakat sosyalizm değil, bilakis Stalinist diktatörlüklerin oluşturulmuş olduğunu görebildi. Sosyalizmi kurmak için Stalinizmin yerine işçi demokrasini ikame edecek politik bir devrim gerekliydi (Soyetler Birliği’nde gerekli olduğu gibi).
Dördüncü Enternasyonal’in liderliği RCP’nin analizini çarpıtarak, onu gerçeği görebildiği için Stalinizme karşı eleştirel olmayan bir tutum takınmakla suçladı. Oysa, kapitalizmin tamamen ortadan kalkmasından dolayı sadece sosyalizm ile Stalinizm arasında bir seçeneğinin kalmış olduğu ülkelerde Stalinistlerin gelişmelerin yönünün sosyalizm yerine Stalinizme doğru çevirdiklerini söylemek, hiç bir şekilde Stalinizme her hangi devrimci bir nitelik bahşetmek anlamına gelmez.
Esasen, RCP’ye ithamda bulunduğu günahları, Dördüncü Enternasyonal’in liderliği 1948 yazından itibaren kendi işlemeye başladı. RCP, Tito ile Stalin’in aralarının bozulmasının arkasında yatan nedenin Stalin’in Yugoslavya’yı ulusal olarak baskı altına almaya çalışması olarak açıkladı. RCP bu yüzden, Tito’ya eleştirel bir destek verirken aynı zamanda meselenin iki Stalinist rejim arasında bir çatışma olduğunu söyleyerek Yugoslavya’da da politik bir devrimin gerekli olduğunu belirtti. Dördüncü Enternasyonal’in liderliği ise Yugoslavya’yı o zamana kadar kapitalist olarak görüyordu. Şimdi ise Yugoslavya’yı, bir geceden diğerine, nispeten sağlıklı bir işçi devleti ve Tito’yu da “bilincinde olamayan bir Troçkist“ olarak nitelendiriyordu.
Birkaç yıl ultra sol pozisyonları savunduktan sonra Dördüncü Enternasyonal’in liderliği şimdi de tam aksi yöne devrilmişti: Oportünizme. İşçi sınıfının muzaffer bir devrim yolunda önünde duran zorlukları o zaman dek hafife aldıktan sonra, gerçek bir hayal kırılığı içerisinde işçi sınıfına sırtını dönüp sosyalizme taşıyacak başka güç arayışına girdi. Tito bunun için sadece ilk adaydı.
Dördüncü Enternasyonal’in bölünmesi
Enternasyonal’in Michel Pablo etrafında toplanmış olan liderliği, emperyalizmin, bir kaç yıl içerisinde savaş ve devrim karışımı uluslararası iç savaş biçiminde bir Üçüncü Dünya Savaşını başlatacağına kesin inanıyordu. Enternasyonal sınıf mücadelesini iki kutup arasındaki bir savaşla ikame eden bir eğilimdi bu –bir tarafta emperyalizm diğer tarafta ise Sovyetler Birliği ve Asya’daki devrimci hareketler. Bunun yanında, Kore Savaşı’ında Amerikan emperyalizminin tarafını tuttuğu için Yugoslavya gözden düşüyordu.
Pablo’nun Stalinizme giderek artan adaptasyonuna karşı itirazlar oldu. Ne var ki eleştirenler Pablo’nun birçok dayanağına da katılıyorlardı. Örneğin, “Yoldaş Pablo Nereye Gider?“ başlıklı bir metinde Fransız Parti Communiste İnternationaliste (Enternasyonalist Komünist Parti, PCI)‘nin çoğunluğu bazı konularda (dünyayı sınıf yerine kamplarla ayırmak ya da kapitalizmle sosyalizm arasında yüz yılları bulacak bir geçiş dönemiyle ilgili görüş gibi) doğru eleştiriler getirse de, Pablo’nun birçok yanlış tutumuna da katılıyordu. Özellikle de Tito ve Mao’nun, Stalininin emirlerini yerine getrimedikleri, dolayısıyla da Stalinist olamadıkları konusuna…
Pablo, onu eleştirenlere aman vermeden örgütsel yolları kullanarak, PCI’ın 1952’de bölünmesine ve çoğunluğun ihracına yol açacak biçimde karşı koydu. Pablo, Britanya seksiyonunun (John Lawrence‘ın etrafindakiler) ve Amerikan SWP‘nin (Bert Cochran ve George Clarke‘ın etrafındakiler) muhalif fraksiyonlarını da etkilemeye başladığında Amerikan SWP liderliği acil fren kolunu çekti. 1953 Kasımında dünya Troçkistlerine Pablocu revizyonime karşı durma çağırısı yaptı. Amerika’da Cannon ve Büyük Britanya’da Healy, RCP’nin Pablo tarafından parçalanmasına (bknz. Aşağıda) yardım etmiş, Fransız PCI’nin bölünmesine de öylece seyirci kalmışlardı. Şimdi kendileri hedef haline gelince harekete geçtiler. Bunun neticesi, Enternasyonal’in bölünmesi ve Dördüncü Enternasyonal’in Enternasyonal Sekreterliğine rakip bir örgüt olarak Enternasyonal Komitenin kurulması oldu. Bu arada Pablo’nun öngörüleri iflas etti. Stalinizm üçüncü bir dünya savaşında devrmici bir rol almıyordu, buna karşın Troçki’nin Stalinizm’e karşı politik devrimler öngörüsü yönünde ilk gelişmeler yaşanmaya başlandı: 1953’te Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde [Doğu Almanya] ve 1956’da Macarisan’da. Enternasyonal Sekreterliğin liderliği bu devrimci hareketlerle dayanışıyor fakat aşağıdan gelen bu devrimlerle yukardan gelen reformlar (1956’da Gomulka’nın Polonya’da yaptığı gibi) arasındaki niteliksel farkı umursamıyordu –kendini devrimci olarak tanımlayan kişiler için hafife alınmaz bir hata.
Her şeye rağmen çeşitli Troçkist akımlar içerisinde tüm veya tekil Stalinist devletlere dair böyle belirsizlikler bulunuyordu. Mesela Enternasyonal Sekreterliğin içerisinde 1960’ta “bürokratikleşmiş işçi devleti“nden bahsediliyordu. Bu formülasyon, söz konusu olanın “bürokratik deformasyona sahip“ bir işçi devleti olup olmadığı sorusunu açık bırakıyordu. Lenin, Sovyet Rusyasını 1920’de bu şekilde tarif etmişti. Ancak bu tespit, bürokratik deformasyonların reformlar yoluyla aşılabileceği anlamına geliyordu. Yoksa söz konusu olan, politik bir devrimin gerekli olduğu “yozlaşmış işçi devletleri“ miydi? Bu konuda Pablo’nun himaye ettiği Enternasyonal Sekreterliğin tutumu, Stalinizme giderek daha fazla yaklaşan Büyük Britanya’da Lawrence, Cohran ve Clarke’tan daha ileriydi. Bu şekilde Enternasyonal Sekreterlik Britanya seksiyonunu kaybetti ve Ted Grant ile Jimmy Deane’in etrafındaki RCP’den arta kalanlarla temasa geçti. Bunun akabinde CWI’ın öncülleri 1956’dan 1965’e kadar Enternasyonal Sekreterliğe dahil oldular (dolayısıyla 1963’ten itibaren Enternasyonal Sekreterlik ile Amerikan SWP’nin birleşmesiyle, Birleşik Sekreterliğe). Bu nedenle Enternasyonal Komite geleneğinden gelen bazı örgütler CWI’yı “Pablocu” olarak adlandırıyor. Bunu yaparak Enternasyonal Komitenin kurucularının Pablo ile yıllarca yakın bir şekilde çalıştıkları gerçeğini gözlerden saklıyorlar, oysa onlar bunu yaptıklarında, sonradan CWI’yı kuracak olan Ted Grant ve diğerleri 1956’dan 1965’e kadar Enternasyonal, dolayısıyla da Birleşik Sekreterya’da muhalefette yer alıyorlardı.
Gerilla savaşına ilişkin yanılsamaya karşı
16 Nisan 1856’da Marks Almanca-İngilizce karışık bir dille Engels’e şöyle yazar: “Almanya’daki her şey, Köylü Savaşı’nın bir çeşit ikinci baskısı aracılığıyla Almanya’daki proleter devrimi destekleme ihtimaline bağlı olacaktır. O zaman mesele harkulade olacaktır.”(Marx Engels Werke Cilt 29, sayfa 47). Üçüncü Dünya denilen [ülkelerdeki] koşullar o zamanın Almanyasındaki koşulları andırır. Köylülüğün klasik devrimci mücadele tarzı gerilla savaşıdır. Buna ek olarak, köylülüğün büyük toprak sahiplerine ve bunlarla ilişkili kapitalist devlet aygıtlarına karşı verdiği mücadele desteklenmeye değer olduğu için, Marksistlerin gerilla mücadelesine karşı olmaları için bir neden yoktur.
Fakat Marks çok iyi sebeplerden dolayı, proleter devrime olan bir destekten söz eder. Marksistler için sınıf mücadelesi basitçe yoksul ile zengin arasındaki bir mücadele değil. Yoksullar sınıflı toplumların tarihinde her zaman var olmuşlardır, oysa ilk defa sadece kapitalizm ile sınıflı bir toplum yerine başka bir sınıflı toplumu (feodalizm yerine kapitalizm gibi) yerleştirecek şekilde değil de, sınıflı toplumu bizzat ortadan kaldırmanın olanağı oluşmuştur. Bunun nedeni, Friedrich Engels’in 1880’de “Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Gelişimi“ (Türkçe: Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, ç.n) eserinin üçüncü bölümünde en berrak bir biçimde özetlediği gibi, kapitalizmdeki kendine has toplumsal çelişkilerdir. Engels söz konusu metinde köylü ve küçük zanaatkar işletmelerin kapitalist büyük işletmeler tarafından baskılanmasını açıklar. Böylelikle toplumsal üretim ile şahsi el koyma (özel mülkiyet) arasında bir çelişki ortaya çıkar. Birçok işçi bir işletmede düzenli olarak birlikte çalışır, fakat sonunda ortaya çıkan ürün işletmenin sahibine ait olur (burada bunun gerçek ya da tüzel bir kişi, örneğin bir anonim şirket olması fark etmez). Dolayısıyla, toplumsal üretim ile özel el koyma arasındaki çelişki aynı zamanda işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki, proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf karşıtlığıdır. Eğer Marksistler, işçi sınıfına, insanlığın sömürü ve baskıdan kurtulması için merkezi bir önem veriyorsa, bunun nedeni işçilerin asil insanlar olmalarından değil. Rekabet üzerine kurulu bu sınıfsal toplumda büyüyen herkes onun tarafından şekilenir. Ayrıca işçilerin her zaman mücadele etmeye hazır olduğu ve sosyal ortaklık odaklı sendika liderleri olmamış olsa, sınıf mücadelesinin bir elektrik düğmesi misali istendiğinde basılıp açılabildiği de doğru değil. (İşçiler düşünen insanlardır. Sıklıkla mücadelenin bir şey getirmeyeceğini fikrine kapılır–veya çoğunlukla mücadele için değil de sadece basınç alma eylemlerine çağrılırlar. İşçilerin her zaman mücadeleye hazır olmadıkları gerçeğinden, onların mücadeleye hazır olduğu zamanlarda, örgütlerinin bunun tespitini yapıp değerlendirmemesi daha vahimdir.)
Ancak işçiler mücadeleye adım attığında, kolektif örgütlü bir üretim sürecindeki konumları, onları kolektif ve örgütlü mücadele etme fikrine kolay ulaştırır. Bu da yine aynı şekilde örgütlenme biçimi meselesini ortaya atar. Mücadelede içinde edindikleri deneyimleri sayesinde, işçiler sıklıkla kendi örgütlerinin, karşılarındaki güçlü olduğu için, güçlü; mücadelenin hedef ve biçimleri üzerinde etkilerini sadece o zaman olabileceği için, demokratik olması gerektiği sonucuna varırlar. Sınıf mücadelesi tarihi işçilerin büyük sınıf mücadelerinde ve kapitalist diktatörlülere karşı mücadelede (veya 1956 yılında Macaristan’da olduğu gibi, Stalinst diktatörlüklere) karşı mücadelede sıklıkla konsey ya da konsey benzeri yapılar kurarlar. Sorun burada çoğunlukla, mücadele organları olarak ortaya çıkmış bu konseyleri zaferden sonra [işçi sınıfının] iktidar organlarına dönüştürmek ve [işçilerin] bunları burjuva parlamentoları ile politikacılarınca ellerinden alınmalarına izin vermemesinde çıkar. Bu yüzden konseylerin ortaya çıkmaları tek başına yeterli olmaz, bu konseylerde ayrıca devrimin sağlamlaştırılmasını sağlayacak bir program ve stratejiye çoğunluğu ikna edebilecek, güçlü devrimci bir partinin de olması gerekir. Bundan dolayı konseylerin ortaya çıkması tek başına, kapitalist bir rejimin yerine bir işçi demokrasisinin yerleşmesi ve toplumun sosyalizme doğoru gelişmesi için yeterli değildir. Alman 1918 Kasım Devrimi bunun için en iyi örnektir. Bunun yanında, bir devrimde kitlelerin kendilerini yeni bir yönetici sınıf için ateşe atarak bir azınlığın hakimiyetinin yerine başka bir azınlığın hakimiyeti yerleştirmek için değil, bilakis her türlü sömürüyü ve zulmü ortadan kaldırmaya ilk adım olarak, bir azınlık egemenliğini çoğunluğun demokratik egemenliği ile yer değiştirmeyi, tarihte ilk kez işçi sınıfının demokratik kitle örgütleme biçimi olan konseyler sağlıyor.
Yani, işçi sınıfının öncü rolü; işçi konseyleri; üretim üzerinde işçi denetimi ve yönetimi olmaksızın, kapitalizmin devrilmesi bile sosyalizme yol açmaz. 20. Yüzyılda böyle durumlardan Stalinist rejimler çıktı.
Bu nedenle, işçi sınıfının mı yoksa köylülüğün mü devrimci mücadelede öncü rol oynayacağı tartışması, kapitalizmin hangi yolla devrilmesinin daha iyi olacağı meselesi değildir. Aynı şekilde, kapitalizmin yıkılmasının sosyalizme mi kapı aralayacağı yoksa sosyalizm için tekrar politik bir devrimin gerekli olduğu, Stalinist diktatörlüklere mi yol açağı, yine bu soruyla ilintili. Zira tüm tecrübe, küçük köylü üretiminin, demokratik örgütlenme biçimleri için sağlam bir temele sahip olmadığını gösteriyor.
Köylülüğün ve kentli küçük burjuvanın Fransa ve Almanya gibi ülkelerde Bonapartist ve faşist diktatörlüklere kitle tabanı oluşturmuş olmaları tesadüf değil. Küçük özel mülk sahipleri olarak var olmaları onları gerici fikirlerin etkisine girmeye yatkın yaparken tarihte bağımsız bir rol oynama kabiliyetinden yoksun bırakır. Ancak gerilla mücadelesi her şeyden önce askeri bir mücadele biçimi olarak ön planda durur. Savaşlar hiyarerşi, emir ve itaat gerektirir. Bir kapitalist rejim bir gerilla ordusu tarafından devrildiğinde, bu gerilla ordusunun, hiyerarşik yapısını yeni devlete aktarması neredeyse kaçınılmazdır.
Fakat Dördüncü Enternasyonal’in (1963’ten itibaren Birleşik) Sekreterliğinin liderliği Marksizmin bu esas temellerini bir kenara bıraktı. 1948’de, işçi sınıfının kurtuluşunun yine onun kendi eseri olabileceğini unutan, bunun belki de bir kır gerillası olan Tito rejiminin eseri olabileceğine inanan biri, Castro’yu neden “bilincinde olamayan bir Troçkist“ olarak görmesin ki? Hal böyle olunca sadece gerilla zaferinin beklentisinde olmak değil, aynı zamanda Che Guevara’nın Bolivya’daki başarısız gerilla mücadelesinin tarihi bir kırılma olacağını bir öngörüyle umud etmek de kendi içinde tutarlı oluyor. Che’nin cesaretine, kişisel bütünlüğüne; Stalinizme tiksinti duymasına sempati beslemek doğru bir tutumdu. Fakat gerekli olan şey, onu kır gerillasına olan yanılsamalarından dolayı dayanışma içinde eleştirmekti. Küba’da gerillanın zafer kazanarak kapitalizmi devirmiş olmasının ABD emperyalizminin aptallığı olmaksızın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bir soru işaretidir. Kapitalizmin buradaki yıkılışının sosyalizme değil de Stalinzme yol açmış olması ise tesadüf değildir. Latin Amerika’daki Marksistlerin görevi o zaman, kentli işçi hareketi içinde Marksist bir program için mücadele etmekti: Stalinistlerin vaaz ettikleri gibi, feodal kalıntıların temizlenmesi uğruna kapitalizm için değil, sosyalizm için bir mücadele. Stalinizmin bu ideolojik savaşı karşısında dağlara çekilip gerilla mücadelesi vermeye çalışmak yanlıştı. Ancak köylüler kendiliğinden bir gerilla mücadelesine yönelmiş olsalardı, bu durumda ortak düşmana karşı mücadeleye bir destek niteliğinde kapı sonuna kadar açık tutulmalıydı.
En kötüsü de, Birleşik Sekreterliğin çoğunluğunun kırda geçerli mücadele biçimlerinin şehirlerde de uygulanmasını desteklemesi oldu. O zamanlar bu durumu gerekçelendirilmek için öne sürülen, var olan politik baskı koşullarında kentlerde kitle hareketinin imkansız olduğu temel argümanı defalarca çürütüldü: 1978/79 İran Devrimi; Apartheid’e karşı Güney Afrikalı işçilerin 1980’lerdeki kitle hareketi; 1980’lerde Filistinlilerin İntifada’sı bu argümana karşı pratik dellilerdir. Şüphesiz bu hareketler vahşi bir biçimde bastırıldı; sayısız aktivist zindanlara atıldı, işkenceden geçirildi ve öldürüldü. Fakat Latin Amerika’daki şehir gerillasının 1970‘lerde oradaki diktatörlükler tarafından zulme uğraması kesinlikle bundan daha hafif olmadı. En önemlisi, yukardaki örneklerde kitlesel hareketler rejimleri devirmiş ve hiç olmazsa bu rejimleri daha iyi bir şeyle değiştirme fırsatı yaratmışken, birçok Latin Amerika ülkesinde yanlış şehir gerillası taktiği kapitalistlere, oralarda diktatörlükler yerleştirilmek için nüfusun daha geri kesimlerinin nezdinde meşruiyet kazandırma olanağı verdi.
Nitekim bu taktik, nüfusun, şehir gerillasının sempati toplamış olduğu kesiminde de politik bilinci yükseltmedi. Lenin, Troçki, Rosa Luxemburg ve diğer tüm Marksistler yüz yıl önce Çarlık Rusya’sında “Sosyal Devrimcilerin“ bireysel terörizmine karşı mücadele verdiler. Bunlar, meselenin, Çar rejiminin ortadan kalkması ile ilgili olduğunu söylüyorlardı; sadece onun tekil temsilcileriyle değil. Ne var ki Birleşik Sekreterlik sadece Rus “Sosyal Devrimciler“ine değil, bilakis Robin Hood’a da öykünüyordu. Yoksa zenginleri kaçırıp bundan elde edilen fidyeyi yoksullar arasında dağıtmayı devrimci bir taktik olarak ele almak başka nasıl tarif edilebilir?
Bu örneklerdeki tüyler ürperten yöntemlerde en azından nüfusun çoğunluğunun çıkarları öne sürülüyordu. Ne var ki, işçilerin birliğinin savunulmasının Marksistlerin görevi olması gereken Kuzey İrlanda’da, Birleşik Sekreterlik, İRA’nın şehir gerillası taktiğine yıllarca eleştirisiz bir tutum takınmakla Protestan ve Katolik işçiler arasındaki uçurumu daha da derinleştirdi.
Kitle örgütlerinde çalışma
Birinci Dünya Savaşı’ının ardından İkinci Enternasyonal’in içerisinde bir radikalleşme oluştuğu için 1919 yılında kurulan Komünist Enternasyonal birkaç yıl içerisinde kitlesel bir güç oldu. İkinci Enternasyonal’deki güçlü azınlıklar (ya da Frasa’daki gibi çoğunluk) Komünist Enternasyonal’e katılmışlardı. Yeni bir kitle enternasyonali ortaya çıkması da sadece tekil grupların (ve şahısların) radikalleşip devrimci sonuçlara varmasıyla değil, büyük grupların mücadelelerde ve kollektif tartışma süreçlerinde ortak sonuçlara varmasıyla da olacaktır. 1930’ların ilk yarısında, ekonomik kriz, Hitler’in Almanya’da gücü ele geçirmesi, 1934’te Avusturya ve Asturya (İspanya ç.n)‘daki işçi ayaklanmalarının etkisiyle bazı ülkelerdeki sosyal demokrasinin içerisinde bir radikalleşme oluşmuştu. Troçki, bu arka plandan hareketle taraftarlarına Fransa ve diğer ülkelerde bu partilerin içerisine girmeyi önermişti. Katılmak kelimesi, Fransızca “entre“ olduğu için bu taktik entrizm olarak adlandırıldı.
WIL, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Britanya İşçi Partisi (Labour Party)‘nde çalışma yapıyordu, fakat savaşın başlamasına doğru, parti içerisinde artık politik bir yaşam belirtisi kalmadığı için bağımsız çalışmaya geçmişti. Savaştan sonra Dördüncü Enternasyonal’in liderliği eski çalışmasına devam etmesi için partiye baskı yaptı. Bu tutum, kitlelerin radikalleşeceğini ve İşçi Partisi’nde sol bir kanadın ortaya çıkacağını düşleten ultra sol perspektiflerinin bir parçasıydı. Enternasyonal’in liderliği tarafından bölünen Britanya seksiyonu Healy’nin liderliği altında İşçi Partisi’nde çalışmaya başladı. Kısa zaman sonra Enternasyonal bu ultra sol tutumdan oportünist bir politikaya çark etti. İşçi Partisi içerisindeki çalışması bağlamında bu, kendi fikirlerini gizlemek ve sol reformist bir kanadın inşasına yardımcı olmak anlamına geliyordu (çünkü artık böyle bir kanadın kendi başına ortaya çıkmayacağı itiraf ediliyordu). Uygulamada bunun anlamı, reformcu yanılsamaları körüklemek ve reformist milletvekillerine şakşakçı olamak demekti. Bu taktik, Tito, Mao veya daha sonra Castro’da olduğu gibi enternasyonal çapta da yürütüldü. Bu süre içerisinde, Troçki’nin entrist çalışma için formüle ettiği koşulların oluşmadığı –devrimci ya da öndevrimci bir durum; sosyal demokrasi içeriside oluşan mayalanma; sol bir kanatın oluşması ve devrimci bir akımın hızlı bir biçimde kristalize olma olanağı- kabul edildiği için artık yeni tarz bir entrizimden bahsedildi: “Derin entrizm“ ya da „entrizm sui generis“ (kendine has entrizm). Bu [derin entrizm], son kertede, kendi devrimci fikirlerini mümkün olduğunca anlaşılabilir bir dilde formüle etmek yerine, onları saklamak anlamına geliyordu. CWI’ın öncülleri o zaman, bu saklambaç oyununu oynamayı reddettikleri için sekterlikle ve entrizmi gönülsüz uygulamakla itham edildiler. (1949’da RCP kendini lağv etmiş, üyeleri de aynı şekilde İşçi Partisi’nde entrizme başlamışlardı. Orada Healy’nin grubuna katılmışlardı. Healy ise bir kaç ay sonra liderliğini eleştirenlerin hepsini gruptan attı. Bu atılanların yeniden örgütlenme çabalarıdan Britanya Sosyalist İşçiler Partisi (SWP) ve CWI’ın da dahil olduğu Enternasyonal Sosyalist Eğilim’in (International Socialist Tendency) öncülü ortaya çıktı.)
Yıllarca kendilerini sol reformistler olarak gösterdikten (ve böylece sıklıkla reformistlere üye kaybetikten) sonra Troçkist akımların çoğu 1960’larda tam da koşullar iyileşmeye başladığı sırada sosyal demokrat partiler içerisinde çalışmaktan vaz geçerek 68 hareketinin üzerine yöneldier. Daha da önemlisi Birleşik Sekreterlik, Marcuse gibi teorisiyenlerin “işçi sınıfının burjuvalaşması“ gibi tezlerine teslim oldu ve yıllarca işçi sınıfının “Amerikanlaşması“ndan dem vurarak onu toplumu değiştiren güç olarak perspektiflerinden kaldırdı. Bu da Fransa tarihinin en büyük grevi patlak vermeden kısa bir süre önce Fransa’da 30 yıldan 50 yıla kadar hiç bir şeyin olmayacağını ifade etmesine neden olmuştu.
Bu şekilde, öğrenciler işçi hareketine yönlendirmeye çalışılacağına birçok öğrencinin kibirli tutumu daha da güçlendirildi. Birleşik Sekreterlik, sanayiye dönüşünü ancak 1979’da ilan etti. Böyece, çok sayıdaki zikzaklarına bir tane daha eklemiş oldu.
CWI ise 1960’lı yıllardan itibaren Büyük Britanya ve 1970’lerden itibaren de giderek daha fazla ülkede özellikle sosyal demokrat partilerin gençlik örgütleri içerisinde devrimci fikirlere yeni insanlar kazanarak, Büyük Britanya’da küçük bir gruptan enternasyonal çapta en güçlü Troçkist örgütlerden biri olmayı başardı. Somut başarılar CWI’ın çalışma yönteminin en iyi doğrulayıcısı oldu. 1980’lerden itibaren bu çalışma tarzı meyvesini daha fazla göstermeye başladı. 1989 ile 1991 arası Yirminci Yüzyılın üçüncü dönüm noktası ortaya çıktı. Bundan CWI‘ın, kendini Troçkist olarak gören diğer akımlardan farklı ne gibi teorik ve pratik sonuçlar çıkarmış olduğu başka bir yazıda ele alınacak.