Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kadınlar daha çok çalışıp, daha az kazanıyor. Örneğin aynı eğitime sahip oldukları erkeklerden ortalama yüzde 20 daha az ücret alıyor.
Kapitalizmin krizi derinleşirken, kadınların yoksullaşması da çok daha acımasız bir aşamaya gelmiştir. Artık en “gelişmiş kapitalist” ülkelerde dahi işsizlik maaşı, yoksul kadın ve çocukları kapsayan evrensel sosyal güvenlik planları mevcut olmadığı gibi “güvenli ve güvenceli bir iş” talebi de gerçekleşmiş değildir. Aksine, güvencesizlik iş güvencesizliğini aşıp, bir yaşam güvencesizliği halini almıştır. Bir yandan kadınların yoksullaşması ve yoksulluğun kadınlaşması süreci devam ederken, diğer yandan da kadın emeğine el koyma sürelerinin artması ile birlikte, kadınların “zaman yoksulluğunun” da artmasına tanık olmaktayız.
Birikim rejiminin bu yeni aşamasında, kadınların üreme ve bakım işçiliği de aşırı sömürülmektedir: Dünya çapında ekonomik ve ekolojik krizler, çocuklara ve yaşlılara bakım sağlamak, yiyecek hazırlamak, ev suyunu kaynaklardan evlerine taşımak için kadınları daha çok çalışmaya itmektedir. Kadınlar onlarca kilometre uzaktan evlerine su taşımak, gerçek iş olarak kabul edilmedikleri için ev merkezli işlerde (genellikle parça başı) ve tarımda (genellikle ücretsiz) çalışmak ve pronatalist (doğum yanlısı, doğumların artmasını savunan) nüfus politikaları sonucunda işgücünü daha da çoğaltmakla yaşamlarını tüketmektedir.
Dünya genelinde, sosyal güvenlik olmaksızın pronatalizm ve ev merkezli çalışma, kadınların emeği ve bedenleri üzerinde daha sıkı bir kontrole neden olmaktadır. Kadın bedeninin kontrolü, dine ve muhafazakârlığa ihtiyaç duymakta ve neoliberalizm, dinlerin en muhafazakâr versiyonlarından bu konuda yardım almaktadır.
Doğal olarak, her ülkenin tarihi, sosyal ve kültürel koşulları bu amaca ulaşmak için araçları belirler. 1970’lere kadar Türkiye’nin büyümesi tarıma, yani ücretsiz aile işçiliğine dayanıyordu ve 2000’lerden önce ülke AB üyeliğine aday olarak doğum karşıtı bir nüfus politikası benimsemişti. 2000’lerde, dünyada neoliberalizmin başarısız olmasından önce, Türkiye’deki kadınların şiddetli mücadeleleri nispeten kısa bir sürede önemli kazanımlar getirdi. Bu sayededir ki, Türkiye pek çok konuda kazanım kabul edilebilecek yasalara (en azından kağıt üzerinde) sahiptir. Şu anda kadına yönelik şiddetle ilgili en gelişmiş uluslararası belge olan İstanbul Sözleşmesi’ni 2011 yılında imzalayan ilk ülkelerden olmuştur. Ancak, ulaştığımız noktada, bu yasaların nasıl uygulanacağı ve yorumlanacağı hala patriyarkanın sopası ile olmakta, yani yasalara yansıyan bu kazanımlar uygulanmamaktadır.
Kadına karşı şiddet
Bütün dünyada olduğu gibi, kadına karşı şiddet Türkiye’de de kadınların bedenlerinin kontrolü için anahtar bir araçtır. 2008 yılında KSGM (Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü) tarafından yapılan bir araştırmaya göre, her kadın cinsel, fiziksel veya psikolojik şiddete maruz kalmıştır. Bu rakam muhtemelen o zaman bile gerçek rakamın çok altındadır, çünkü çoğu kadının örneğin psikolojik şiddeti tanımlamak, evlilik içi tecavüzü veya ekonomik şiddeti şiddet olarak görmek konusunda belirsizlikler yaşadığını biliyoruz. Çok sayıda STK raporu, 2008’den bu yana kadınlara yönelik şiddetin gerçekten arttığını doğrulamıştır.
Bir diğer kritik konu kadın cinayetleridir. Bu konuda da bilime dayalı bir araştırma mevcut değildir. Yine de, Meclis’teki tartışmalar sırasında, 2003-2013 yılları arasında kadın cinayetlerinin yüzde 1400 oranında yükseldiği görülmüştür. 2003 yılında 83 kadın erkekler tarafından öldürülmüştü. Bu sayı 2016’da 329’a ve 2019 yılında 474’e çıkmıştır.
Kapitalizmin sosyal sefaleti içinde kadın
Neoliberalizm ekonomik krizle birleştirildiğinde, nüfus politikası da dahil olmak üzere tüm sosyal yapının otoriter ve neredeyse eşanlamlı olarak muhafazakar olması kaçınılmaz hale gelmektedir. Kriz nedeniyle kemerleri sıkacağınızı söylediğinizde, yaptığınız ilk şey eğitim ve sağlık harcamalarını kısmaktır.
Nitekim, 2018 yılında 100 kadından 12’si üreme sağlığı gereksinimlerinin sağlık sistemi tarafından karşılanmadığını ifade etmekdir[1].
2019 yılında, sebze fiyatlarındaki enflasyonu yüzde 94 olarak gerçekleşmiş. Kadınların yüzde 60’ı zaten yetersiz beslenmektedir. Pahalılık, kadınların sağlık hizmetlerine erişimini de zorlaştırıyor. Tüm bu nedenlerle doğum sonrası ölüm oranlarında belirgin bir artış söz konusu olmuştur.
Buna bağlı olarak, Türkiye de dahil olmak üzere tüm dünyada doğum öncesi hizmetler azalmış, evde doğum oranları artmıştır. Asya’da 100.000 kadının 920’si, Türkiye’de 400’ü hamilelikle ilgili nedenlerden hayatını kaybetmektedir.
Kadınlara doğum yapmasını söyleyenlerin, işgücü maliyetlerini azaltmak ve kadınları aileye bağlamak için sosyal güvenlik harcamalarını azaltması büyük bir ikiyüzlülüktür. Kadın bedenini kontrol altında tutmayı düşünenler, fetüsün “yaşamını” korumayı düşünenler, kadınların sağlığını korumayı öncelik haline getirmek bir tarafa, kadınların yaşamını hiçe sayıyor.
Egemenlerin oynadığı en büyük oyun, kürtaj tartışmaları etrafından başlayarak kadın bedeninin din temelli bir anlayış ve etik etrafında temsil edilmesidir. Tüm dünyada kadın hareketinin yıllardır kullandığı bir slogan olan “Benim bedenim, benim kararım” çok daha büyük, başka ve güçlü bir etik anlamına gelir: Kadının evrensel insan hakları.
İşsizliğin artması, bu dönemin en belirgin bir diğer özelliğidir ve kadınlar üzerindeki yansımaları da çok büyüktür.
Türkiye’de tarım dışı genç kadın işsizliği yüzde 35,4’tür. Ve özellikle gıdaya erişim zorlaştıkça, kadınların iş arama, dolayısıyla işsizlik oranları da paralel olarak artmaktadır.
Demokratik hakların gaspı, baskılar ve kadın hareketi
Temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması süreci, özellikle Gezi isyanının bastırılmasının ardından, olası yeni bir isyandan duyulan korku nedeniyle 2013 yılından beri tırmanıştadır. 2016 yılında 15 Temmuz “darbesinin” ardından, iki yıllık Olağanüstü Hal durumu bunu perçinlemiş, 2018’de olağanüstü halin sona ermesinin ardından çıkartılan yasalarla da olağanüstü halin olağan durumda da devam etmesinin önü açılmıştır. Valilere verilen yetki ile, hemen hiçbir eyleme izin verilmemesi, eylemin dışında da örneğin LGBTQ grupların salon toplantılarına ya da film festivallerine de izin verilmemesi, son olarak İstanbul’da “savaşa hayır” demenin yasaklanması Türkiye’deki politik durumun vahametini göstermek açısından yeterlidir.
Kadın hareketi, bütün bu yasaklamalara, hatta olağanüstü hale rağmen, 8 Martlarda onbinlerce kadının katıldığı yürüyüşler yaparak sadece Türkiye’de muhalefetin ana damarı olduğunu göstermekle kalmamış, aynı zamanda tüm diğer muhalefet hareketlerine de cesaret ve umut vermiştir. Ancak 2019 yılının başında bu umudu bir adım ileriye taşıma potansiyeline sahip olan “Kadınlar Birlikte Güçlü” inisiyatifinin çok çeşitli ama kesinlikle kadın hareketinin içindeki öznel nedenlerle başarısızlığa uğraması olası büyük bir kazancın elimizden kayıp gitmesine anlamında son derece büyük bir boşluğu ileriye taşımıştır.
Savaşın yıkımı içinde kadın
Türkiye’nin Suriye’de yürüttüğü savaş en öz ifadeyle Türkiye’nin bir kabusu ile bir emperyalist rüyasının sonucudur: Kabus, Türkiye’nin Güney sınırında bir özerk Kürt devletinin kurulması, rüya ise neo-Osmanlıcık olarak ifade edilen strateji ile Suriye’deki cihatçı grupların hamiliği aracılığıyla Suriye üzerinden, bölgede emperyal bir güç olmaktır.
Suriye savaşının ana sonuçlarından bir tanesi, mülteci sorunudur. Şu anda Suriye’de şiddetlenmiş olan savaş bölgesinden kaçanların sığınmak istediği Türkiye, ve Türkiye’deki kötü yaşam koşullarından ve ırkçı saldırılardan kaçanların sığınmak istediği Avrupa, sınırlarını kapatarak mültecileri iki sınır arasında sıkıştırmış durumdadır.
Savaş, hem içinde yaşayan, hem de ondan kaçan kadınların
yaşamlarını son derece zorlaştırır: Bakım emeği yükü artar, Bosna savaşından
sonra savaş suçu sayılan tecavüzler artar, hatta kitleselleşir. Ama askerler
tarafından fetihçi mantığın bir uzantısı olarak, tecavüz edilmek bir tarafa,
mültecilerin karınlarını doyurmak ve güvenliklerini sağlamak için kadınları ve
kız çocuklarını “satması” da şiddetin bir başka boyutudur. Genel olarak savaşa
hayır demenin yanı sıra, mülteci kadınlarla özel olarak dayanışmaya yönelik
ağlar kurmak, önümüzdeki dönemde sosyalist feminist hareketin yeniden gündeme
alacağı konulardan bir tanesi olmak durumundadır.
[1] Bu rakamlar TNSA 2018 verileri olup, Meltem Çiçeklioğlu’nun 21-23 Şubat 2020 tarihleri arasında TTB ve İzmir Tabip Odası tarafından düzenlenen Kadın Emeği ve Sağlığı Konferansı’nda yaptığı sunumundan alınmıştır.