“Benim için neler söylediler. ‘Gürcüdür’ diyen oldu. Çıktı bir tanesi afedersin çok daha çirkin şeylerle Ermeni diyen oldu.”**
Ermeni Soykırımının 100.yıl dönümünde söylenecek çok şey var elbet, bunların tamamına bu yazıda yer vermek mümkün olamayacağından ben ulus-devletlerin rolüne kısaca değinerek Türkiye’nin inkar politikasını anlatmaya çalışacağım.
Elif Yılmaz
Rus ordusu içinde yer alan birkaç gönüllü Ermeni birliğini (bunların mevcudu en fazla 6 bin civarındadır) ve lise yıllarında zararlı cemiyetler olarak öğrendiğimiz bazı Ermeni cemiyetlerinin Ermeni Devleti kurma iddialarını bahane eden hükümet, Talat Bey’in (dahiliye nazırı) defterindeki notlara göre 924 bin civarında Ermeni nüfusu onların hayatları için hiç bir önlem almadan ya da kendi mallarını-önlemlerini alacak fırsatı vermeden tehcir etti. Bu yolculuk halkın çoğu için ölümle sonuçlandı. Yola çıkanların geride kalan malı mülkü talan edilmiş, yolda çeşitli çeteler bu Ermenileri tekrar soymuş, beğendikleri kadınları ve çocukları ailelerinden koparıp almışlardır. Bu kadınlar ve çocuklar daha sonra zorla evlendirilmiş ve Müslüman yapılmıştır. Askerlik çağındaki Ermeniler ise savaş öncesinde ilan edilen seferberlik sırasında askere alınmışlar ancak bunlara silah verilmeyerek amele taburlarında çalıştırılmış ve daha sonra da yok edilmişlerdir. Bu, hikayenin kısaca özetlenebilecek çok yüzeysel bir kısmı, daha detaylı bilgiler için anılara, fotoğraflara bakmak yeterli olacaktır.
Ulus-devletlerin milliyetçiliği körüklemesiyle birlikte kendi ırkdaşları için çığlık atanlar, yakınanlar aynı şeyleri bir başkasına reva görebilir oldular, çünkü aslolan millettir! Milliyetçilikle yüklü insanlar, bunu yapabilmek için ‘kendinden olmayanı’ ötekileştirmek ve vicdanını susturmak zorundadır. Bunu da insanlar adına düşünen, onlara uygun zemini yaratan ulus-devletler, düşman bir halk/halklar yaratarak uygun ortamı hazırladı. Osmanlı Devleti de benzer bir şekilde Ermenileri milliyetçilikle suçlayarak (!) tüm Ermenileri topyekün bölücü, işbirlikçi ilan ederek aranan fırsatı altın tepside sundu/sunuyor. Örnek vermek gerekirse, ‘savaşı fırsat bilen Ermeniler dış güçlerin desteğiyle bölücü örgütler kurdular, bu topraklara ihanet ettiler’ söylemiyle soykırım savaş koşullarının bir gereği olarak gösterilip hala haklılaştırılmaya çalışılıyor, ancak Doğu’da olan savaş için neden mesela Edirne’deki Ermenilerin de bir tehdit olarak algılandığını açıklama gereği duyulmuyor. Ermenilerin Rus ordularında yer aldığı ya da Ermeni Devleti kurma gayesiyle biraraya gelip cemiyet kurduğu tarihi bir gerçektir, oysa görmemiz gereken bunun tüm Ermeni halkı için geçerli olmadığı/olamayacağı gibi devletin kendi vatandaşının ‘suç’ işlemiş olsa dahi canını korumakla yükümlü olduğu gerçeğidir. Öte yandan hikayenein en kritik noktalarından biri; savaş koşullarındaki siyasi durumdan haberdar olmayan muhtemelen okuma yazma bilmeyen, milliyetçilikten bihaber olan ve devletle tek bağı vergi vermek olan sıradan halkın, köylünün, çiftçinin neden sadece Ermeni olduğu için bu tehcire dahil edildiğidir. Tehcir esnasında neden can güvenlikleri korunup yeterli gıda sağlanmamakla birlikte tüm Ermenilerin neden ve nasıl potansiyel ajan, işbilikçi, bugünün popüler söylemiyle terörist olarak ilan edilip tehcir sırasında linç edilmelerinin meşru kılındığıdır. Bunun altında, aslında devlet gözünde hiç bir zaman ‘Türk’ olamamış, bir Türk kadar güven vermemiş (vergi verse hatta bu ülke için savaşsa bile), potansiyel suçlu olan bir halkın hikayesi yatar. Bu tehcirin soykırım olamadığını, soykırımı amaçlamadığını iddia edenlerin bu noktada bir es vermesi şarttır.
Ulus-devletlerin ortaya çıkışıyla milliyetçilik tüm dünyada körüklendi ve insanlar vicdanlarını susturup milliyetçi duygularını ayyuka çıkardılar. Öyle ki, bir Türk (burada bahsi geçen devlet erkanı ve devlet erkanlığına soyunmuş olanlardır) her fırsatta kendinden daha aşağı görmediğini iddia ettiği milletlere karşı ‘Ne Mutlu Türk’üm diyene’ diye haykırmanın çelişkisini hiç anlayamadı mesela. Asıl hikaye kim olduğumuzdan önce kim olarak göründüğümüzde bitiyor. Hepimiz eşitiz diyen bir yandan da tüm Ermenileri, tüm Rumları ve şimdi tüm Kürtleri bölücü ilan etmek çelişkisini yine göremiyor. Evet bir grup eşit var, ama onlar zaten milletlerini bir kenara bırakmış olanlar. Osmanlı’da haksız vergilere, kötü meslekleri yapıp –bazen zorla yaptırılıp- ses etmeyen Ermeniler ve Rumlar için geçerli. Eşit olduğunu söyler ve buna inanmak istersen sözde eşitsin, ama eşitiz nidalarının alında yatan haksızlığa dair tek kelime ettiğin anda sözde eşitlik yine bozulur. Öyle bir paradoks!
Tam da bu noktada ulus-devlet insanların es vermesine mani olmak adına tekrar meydanlarda görünür olur. Kendilerine ait olduğu, kendi kanlarıyla (Türk kanı) kazanıldığı iddiasıyla bir sınır çizip, bu sınırlar üzerinde yaşayan tüm insanlar hakkında “ulusun bekası için” hak iddia edebilirler. Türkiye özelinden bakacak olursak bu soykırımın yıllardır dile getirilip, tarihle yüzleşmeyip resmi olarak özür dilememenin nedeni de yine ulus-devletin sarsılmaz itibarını korumak içindir. Bunun gerekçesini elbet bu açıklıkla dile getiremeyen devlet, halka “vatanına sahip çık, tarihine sahip çık” diyerek karşı propaganda yürütmeyi sürdürerek ‘halkının’ desteğini kazanmayı umuyor; bir yanıyla da halkının başka bir halka düşmanlığını yaratmaya çalışıyor. Bununla bağlantılı olarak bu reddedişin altında bir de, on yıllarca kahramanlaştırdığı, bu vatan için çarpışan şanlı Türk ordusunu hırsız, çapulcu, yağmacı olarak görmek/göstermek, şimdiye dek şanlı olan Türk devletine ‘katil’ ya da adaletsiz damgasını vurmak çelişkisinden kaçınmak yatar. Bu farkındalık yaratılırsa yüce devletin şanlı askerleriyle kurulan şanlı Türk tarihi, yazılan hikayenin bağlamından kopacak yerle yeksan olacaktır. Türk halkı, itibar etmediği bir devlete itaat da etmeyecektir.
Ermenileri Türk düşmanı olarak, bölücü olarak, Türkiye’nin ulusal camiadaki itibarını sarsan habisler olarak gösterip, ulus devletin itibarını koruma sorumluluğunu halkıyla paylaşarak elini güçlendirmek istedi. Çünkü milliyetçilik, bu ülke vatandaşına tutunulacak tek dal, kişisel onurun, gururun nedeni olarak sunuluyor ve yeni iktidarla birlikte son zamanlarda dünyaya kafa tutmak pahasına halk milliyetçilik saflarına çağrılıyor. Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e taşınan eli kanlı iktidarlar bu suçu “iyi vatandaş olma” vaadiyle halkıyla paylaşmayı amaçladı. Soykırımın yüzüncü yılına girerken Ermeniler seslerini daha gür çıkarmaya başladıkça, uluslararası düzeyde soykırım tanınmaya başladıkça Türk ulus-devleti lekelendi, Türk devletinin bu inkarı da sesini yükselterek arttı. Oysa bu devletin hiçbir zaman görmek istemediği günümüz iktidarının ise bunu dünyaya karşı bir kafa tutmaya taşıdığı bu süreçte, insanlara milliyetçiliğin tüm dünyada öldüğünü anlatmak çok zor; elbette insan haklarını anlatmak da.
İktidarı boyunca arşivleri açmayan, siyasetçilerden başka kimseye söz hakkı tanımayan Erdoğan, bugün bu işi tarihçilere bırakalım, arşivleri açalım diyor. Ermeni Diasporasını, dünyanın her yerinde soykırım iddialarına dayalı kampanyalarla, Türkiye düşmanlığını geniş toplum kesimlerine aşılamaya çalışmakla suçluyor. Kendini bilimsel-uzlaşmacı bir noktaya koyarken, Ermenileri düşmanlık-çatışma yaratmaya çalışan bir noktaya koyuyor. Oysa bugüne kadar tarihçilere arşivlerin sadece belirli bir kısmının açıldığını, yabancı tarihçilere ve muhalif tarihçilere hiç açılmadığını biliyoruz. Bugün Türkiye üniversitelerinde Ermeni soykırımının varlığına dair tek bir seminer yapılmamış tek bir kitap yayınlanmamışken (sınırlı sayıdakileri hariç tutuyorum, çünkü bu kişilere üniversitelerin/iktidarların tutumunun ne olduğu, nasıl bir baskıya maruz kaldıklarını bu ülkede yaşayan herkes biliyor) geçtiğimiz günlerde Gazi Üniversitesinde araştırma görevlilerine katılımın zorunlu olduğu belirtilen bir sempozyum çağrısı yapıldı. Konuşmacı olarak bir askerin katıldığı sempozyumun bilimsellikle ve dahi tarihle hiçbir alakası olmadığı aşikardı. Devlet üniversitelerimizden birinde dekanın da katılımıyla tek bir belgeye bile dayandırmadan askerlik anılarını anlatırcasına bilimsel adı altında bir sempozyum yapıp soykırımı yalanlamak bu ülkenin ayıbıdır. Bilimsellikten, tarihten bahseden AKP iktidarının on üç yıllık iktidarı boyunca bu konuda bir adım atmadığının, eski iktidarlardan bir farkının olmadığının kanıtıdır.
Erdoğan, kendince makul bir dil kullanarak, işi siyasetten çıkarıp tarihçilere bırakmak gerektiğini vurguluyor. Oysa Ermeni soykırımı sadece tarihçilere bırakılması gereken; siyasetten bağımsız, bugünkü politikaları etkilemeyen, geçmişe ait bir olay elbette değildir. Bir halkın, yaşadığı bölgelerin birçoğundan silinmiş olması, nüfusunun büyük oranda yok olması, yaşanan ev-okul-kiliselerin bomboş kalmış olmasının bir açıklaması elbet devlet nezdinde yok. Çünkü aynı zihniyet devam ediyor ve halkı da bu düşmanlığa sürüklemeye çalışıyor. Türkiye’yi karalama çalışmalarına karşı ülkesini savunan, Ermenilere düşman bir halk bekleniyor, yaratılıyor. Çünkü Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Bunu yaparken yine vatan-millet söylemlerini kullanıyor. Bu topraklarda yaşamış yani bu ülkenin vatandaşı olan Ermeni halkı, en doğal vatandaşlık hakkı olarak gasp edilen, yağmalanan malarının bedelini ve ölülerinin itibarını geri isterken Erdoğan bunu vatan toprağı meselesine taşıyarak (Ermenistan defalarca bir toprak talebi olmadığını dile getirdiği halde) “Verilecek tek bir karış vatan toprağı yoktur ve bir çakıl taşı bile vermeyiz” gibi söylemlerle halkın milliyetçi duygularını körükleyerek, söylediğinin aksine tartışmayı siyasi arenaya taşıyarak sorunu yeniden ve yeniden çözümsüzlüğe sürüklüyor.
“Ülkeleri dolaşıp onlara biraz da şöyle para yedirmek suretiyle, Türkiye’nin aleyhine yapacağınız kampanyalardan bir şey kazanamazsınız. Bu kampanyaların nasıl sürdürüldüğünü biz çok iyi biliyoruz.” Ermeni soykırımını yalanlamak üzerine tez yazan ve Türkiye’ye gelen tarih öğrencilerine verilen burslardan bahsetmiyor ya da üniversitelerde soykırımı yalanlamak için yapılan projelere aktarılan paralardan, herhangi bir bölümde ‘Ermeni Soykırımı vardır’ diyebilecek bir bölümün, hocanın barındırılmamasından, soyıkırımın varlığını ya da yokluğunu tartışacak bir kürsünün dahi olmamasından…
Bugünlerde soykırıma dair Türkiye açısından tek gündem; papanın konuşmasında soykırım kelimesini kullanıp kullanmayacağı. Türkiye’nin bugün, Ermeni halkının taleplerinin ne olduğunu, halkın kaybının nasıl giderilebileceğini tartışıyor olması gerekirken ülkenin cumhurbaşkanı kalkıp: “Ülkelerinden kaçan ve bizde bulunan Ermenileri misafir ediyoruz. İstesek deport ederiz ama etmiyoruz. AP kararı bir kulağımızdan girer bir kulağımızdan çıkar” diyerek bir yandan ülkede yaşayan Ermenilere tehdit savururken öte yandan ne pahasına olursa olsun ulus-devletin uluslararası alanda itibarını koruyacağının mesajını veriyor.
Tüm bu hikayeden, restleşmeden sonra kardeşlik-eşitlik nutukları çekmek manasız kalıyor. Devlet eşitlik konusunda da söz hakkını çok güvendiği Türklere ya da Türkleşen, Türklüğü özünde yaşatanlara (Bakınız Ethem Mahçupyan hepimize bunu çok açık bir şekilde ispatladı: “Ermeni olduğumu ispatlama pozisyonunda değilim. Bir Ermeni olarak gerçekte kendimi daha ziyade Osmanlı hissediyorum.” Çünkü bir Ermeni olarak ya da bir Kürt olarak Türkleşilmez!) tanıyor. Kardeşliği ve eşitliği Türklere değil, azınlıklara sormaktır gerçek olan. Bugün hala biri çıkıp kilise duvarına ‘hepiniz Ermeni olsanız ne yazar, birimiz Ogün Samast olduktan sonra’ diye yazabiliyor ve buna rağmen hiçbir şey yapılmayıp dini kardeşlikten bahsediliyorsa burada da başka bir es vermek gerekir. Eşitlik yalanı, bir camii duvarına nefret söylemi içeren ya da içermeyen bir yazı yazıldığında ortaya çıkacaktır.
Devletin bu inkar noktada Türk halkının desteğine ihtiyacı var, çünkü soykırımın yaşandığı yerler dışında her yerde soykırıma dikkat çekmek için 23 Nisan’da 19:15’te 100 defa çalacak olan çan sesinin Türk halkının kulağına değmesinden korkuyor. Türkiye’de yaşayan tüm halkların, Ermenilerin uğradığı soykırımı inkar etmeyip onlarla beraber hak talep etmesinden korkuyor. (Öncelikle) Sosyalistlerin ve tüm halkların, bu toprakların kadim halklarından olan Ermenilerin yanında olmaları ve katliamı yaşayan halkın taleplerine sahip çıkmaları tarihi bir zorunluluktur. Mazlumun değil de devletin yanında olmak kabul edilemez.
*Bu yazı Sosyalist Alternatif Dergisi’nin 1. Sayısından alınmıştır.
**Recep Tayyip Erdoğan