7 Haziran’da yapılacak olan seçimler ülkeyi on iki yıldır yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarının sonunun başlangıcı olacak şekilde kritik bir önem kazandı. Özellikle de Halkların Demokratik Partisi seçimlerin ardından oluşacak manzara için kilit konumda.
Seçimlerin her koşulda Türkiye’de yaşayan herkes için önemli sonuçları olacak. Seçimlere giderken iki unsur belirgin biçimde öne çıkıyor: İlki AKP’nin alacağı oy oranı ve buna bağlı olarak da Erdoğan’ın Türkiye’de başkanlık sistemine geçmek için gerekli Anayasa değişikliği için yetecek milletvekili sayısını elde edip edemeyeceği. Diğeri ise HDP’nin sadece Erdoğan’ın başkanlık hülyalarını değil, tek parti iktidarını da ortadan kaldıracak şekilde barajı geçip geçemeyeceği.
AKP’nin 2010 Anayasa değişikliği referandumundan sonraki dönemde üzerindeki kuzu postunu artmasının ardından, otoriter, anti demokratik ve emekçi karşıtı yüzü geniş çevrelerce çok hızlı biçimde görünmeye başlamıştı. Onu önce liberal solcu destekçileri terk etti. Daha sonra hiçbir iktidara nasip olmayan ülkenin en büyük kendiliğinden hareketi olan Gezi direnişi ile karşı karşıya kalan AKP’nin, ardından iktidarları boyunca “ne istediler de vermedik” dedikleri ve seçim zaferleri ardından balkon konuşmalarında selam yolladıkları okyanus ötesindeki dostları, Gülen Cemaati, en öncelikli “bertaraf” edilmesi gereken düşmanlarına dönüştü.
17-25 Aralık’ta devletin içindeki Gülen Cemaatinin kadroları tarafından gerçekleştirilen yolsuzluk operasyonları AKP’nin hiç de o kadar “ak” pak olmadığı çok çarpıcı biçimde ifşa ettiği halde, iktidar partisi özellikle de kutuplaştırma taktiğini kullanarak yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinden kazanarak çıktı. Özellikle Gezi direnişinin ardından Erdoğan’ın başkanlık planları geçici olarak rafa kalkmış olsa da son iki seçimde aldığı seçim sonuçlarının verdiği kendine özgüven ile bu tartışma yeniden seçimlerin en merkezine oturmuş durumda. Fakat özellikle Erdoğan’ın Cumhur-başbakan tutumundan kaynaklı önce Merkez Bankası Başkanı, sonra MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın milletvekilliği adaylığını engellenmesi ve çözüm süreci ile ilintili olarak çıkan bir dizi tartışma ve krizler, AKP’nin seçimlere en sadık savunucusu Abdülkadir Selvi’nin ifadesi ile “büyüsü bozulmuş” bir halde gittiğini gösteriyor. Biz buna işçi sınıfının AKP’yle ilgili olan yanılsamasının dağılmaya başlaması demeyi tercih ediyoruz.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Mart ayında bir televizyon programında Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçim hedefinin %35 olarak açıklamasındaki motivasyonu tahmin etmek zor, fakat seçmenin partisine herhangi bir sürpriz yapması için de bir nedeninin olmadığı rahatlıkla görülebilir. Bunun bir nedeni de CHP’nin, yüzde on barajını aşacağı gözüken ve kendisinden solda duran HDP ile ortaya çıkan nesnel durumla karşı karşıya oluşu. Çünkü mevcut durumda AKP’nin tek parti iktidarının sonu en çabuk HDP’nin barajı aşması ile mümkün. Bu yüzden CHP’nin alanı daha da daralmış durumda. Ayrıca her ne kadar CHP’nin sol bir parti olduğuna dair algı hala mevcut ise de gerçekte program olarak ne AKP’den ne de MHP’den köklü bir farklıktan bahsedilebilir. CHP sol bir burjuva partisidir ve savunduğu “sosyal” pazar ekonomisinin Almanya gibi büyük ülkelerde bile yerinde yeller estiğini düşünürsek Türkiye burjuvazinin AKP dururken CHP’yi tercih etmesinin henüz çok etkili bir nedeni olduğu söylenemez. CHP ana muhalefet partisi olmasına rağmen 7 Haziran seçimlerine bir etkisi olamayacağı şimdiden çok açık, fakat sonuçlarına bağlı olarak seçim sonuçlarının CHP içerisinde yeni tartışmaların başlaması olası. Diğer yandan HDP’nin bile yapmadığı şekilde, adayları önseçimlerle belirlemesinin de CHP’nin üzerinde bazı etkileri olacaktır. Nitekim, yapılan önseçimler özellikle ulusalcı kanadın Önder Sav gibi ağır topları açısından hezimet oldu.
Bütün belirtiler HDP’nin yanında seçimlerin diğer kazanan partisinin Milliyetçi Hareket Partisi olacağına işaret ediyor. Her ne kadar seçimlerden önce bir kilit parti durumunda olmasa da HDP’nin barajı aşması durumunda MHP’nin de seçim sonrasının kilit partilerden bir diğeri olacağı şimdiden söylenebilir. Tek başına hükümet kuramayacak durumda olacak olan AKP’nin en muhtemel koalisyon ortağının MHP olacağı kesin. MHP’nin politikasının özeti “milletin birliği, devletin devamlılığı” şeklinde özetlenebilir. O halde onun devamlılığının selameti MHP için AKP’nin en muhtemel koalisyon ortağı olma gerekçesi olacaktır.
Bu seçimlerde yüzde yirmi civarında oy alması beklenen Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP’nin faşist bir parti mi yoksa aşırı sağcı milliyetçi bir parti mi olduğu konusunda kafalarda soru işaretlerine neden oluyor. Bu algıyı, 1970’lerin işçi sınıfı mücadelesini ezmekte başat rol alan, solculara, Alevilere yapılan katliamlarda direkt yer alan ülkücü MHP’nin uzun zamandır ılımlı tutumlar alarak tabanını sükunete çağırıp kontrol altına alması yaratıyor. Bu durum da MHP’yi karakterize ederken çok aceleci davranıp onun artık bir faşist parti olmadığı tehlikeli yanılgılar yol açabilir. MHP’ye yakından bakıldığında yönetici kadrodan oluşan aparat ile tabanı arasında gözle görülür bir farklılık olduğu ortaya çıkıyor. Partinin üst katlarından aşağıya doğru indikçe partinin “faşist” ideolojisinin olduğu gibi durduğu görülüyor. Gerek seçimler sonrasında çıkacak olan yeni durumla bağlantılı olarak oluşacak olan AKP-MHPkoalisyonu ihtimali, gerekse ileride ortaya çıkması muhtemel ekonomik ve politik krizler ile işçi sınıfının bağımsız bir güç olarak kendisini göstermeye başlaması gibi birçok faktör MHP’nin hangi yöne evrileceğini gösterecektir. 7 Haziran seçimlerine MHP bu ikili karakterden aşırı sağcı milliyetçi yanı baskın halde gidiyor. Bilhassa Kürt özgürlük hareketinin gelişmesi karşısında son yirmi yılda yoğun olarak körüklenen Türk milliyetçiliği gelinen noktada tüm sistem partilerinin joker kartı haline geldi. Öyle ki AKP milliyetçilerin oylarını garantilemek için her seçim öncesi AKP “tek vatan, tek bayrak vs.” biçiminde tekerlemeye başlıyor. CHP ve MHP ise Kürt illerinde tabela partisi durumundalar zaten. Ayrıca hatırlanacak olursa, CHP genel seçimlerde eski bir MHP’li olan Mahsur Yavaş’ı milliyetçi oylara ulaşmak için Ankara’da belediye başkan adayı olarak gösterirken, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise MHP ile ortak bir aday üzerinde ittifak kurarak seçimlere girmiş, hatta Kemal Kılıçdaroğlu hızını alamayarak “bozkurt” işareti bile yapmıştı.
MHP ile AKP arasındaki ilişkiyse AKP’nin Kürt sorununa yaklaşımı ile ters orantılı işliyor. AKP Kürt sorununda “tek”leyip barışçıl çözümden uzaklaştıkça MHP ile arasındaki mesafe de küçülüyor. Örneğin 2011 seçimlerinin ardında Kürt sorununda tekrar askeri yollara başvurduğu sıralarda MHP AKP’nin neredeyse yavru partisi gibi davranıyordu. Bu da bize muhtemel AKP-MHP koalisyonunda Kürt sorununun hangi yöne gideceğine dair ipuçları veriyor.
Seçimlere bu kez bağımsız adaylar listesi şeklinde değil de parti olarak girme kararı alan HDP‘nin %10 barajını aşması büyük bir olasılık. Hem seçim sonrası Meclis’te oluşacak olan aritmetik dağılım nedeni ile hem de diğer partilerden hem ideolojik olarak tamamen farklı olan HDP şimdiden birçok kesimde heyecana neden olmuş durumda.
Tüm diğer partilerden farklı olarak tüm halkların, dinlerin, mezhep ve yaşam tarzların birlikteliğini kendinde toplamayı özellikle vurgulayan HDP, milliyetçiliğin ve ayrımcılığın panzehri olabilir. Fakat bunun için tek başına halklar, inançlar arasına çekilen çizgileri yıkmak yetmez, ayrıca esas çizginin yukarı ile aşağı, zengin ile yoksul, sermaye ile emek arasından geçtiğini göstermesi gerekir. HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Erdoğan’a yönelik “seni başkan yaptırmayacağız” hamlesi HDP’nin AKP ile anlaşma spekülasyonlarını boşa çıkararak Erdoğan’ın tek adam rejimi endişesi taşıyan geniş kesimlerin de HDP’ye oy vermelerinin yolunu açtı. Diğer yandan gerek AKP karşısındaki kilit rolü gerekse de kamuoyu araştırmalarının sonuçlarının kritik eşik (yüzde 10) civarında olması, seçimler öncesi HDP’ye yönelik tehlikeli provokasyonlar geliştirilebileceği endişelerine neden oluyor. Hele de çeşitli seçim hileleri ile HDP’nin Meclis’e girmesinin engellenmesi durumunda bunun büyük infiale yol açması da olası.
Halen işçi sınıfının çıkarlarını kollayan güçlü bir kitle partisinin olmayışı sermayedar partilerine “köyü köpeksiz bulup, değneksiz gezebilme” cesareti veriyor ve her türlü anti demokratik ve emek karşıtı yasa hiçbir çekince duyulmadan Meclis’ten geçirilebiliyor. Oysa sokaktaki emek hareketine dayanıp Meclis’te güçlü temsiliyeti olan bir kitle partisinin sırf varlığı ile bile onları baskı altında tutabilir. Diğer tüm sermayedar partileri karşısında tek seçilebilir bir parti olan HDP’nin başarılı olması durumunda, bu emekçilerin ortak taleplerini savunan yeni bir kitle partisinin inşası için ileriye doğru bir sıçrama anlamına gelecektir.
Başkanlık
Pek tabii ki Erdoğan başkan olması durumunda en nihayetinde destek aldığı sermaye sınıfının çıkarlarını kollamaya devam edecektir. Fakat öyle görülüyor ki Türkiye’de başkanlık sistemine geçiş tartışmaları egemen sınıfın, parlamenter sistemin herhangi bir şekilde kendisi açısından bir tıkanmasının sonucundan dolayı oluşmuş bir ihtiyaçtan değil, tek başına Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsi muktedirlik dayatmasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Başkanlık Erdoğan’ın sonsuz muktedir olma stratejisinin en önemli eşiği ve şu anda her şey bu hedefe ulaşmak için kurgulanmış. Halihazırda Cumhurbaşkanı mevcut yasalara göre tarafsızlığını biçimsel haliyle bile bir kenara atmış, aynı anda hem Cumhurbaşkanı, hem Başbakan hem de AKP Genel Başkanı olarak aktif politika yapıyor.
Erdoğan’ın Merkez Bankası Başkanı’na Şubat ayında faizleri indirmesi konusunda yaptığı baskılar doların yükselmesine yol açarak Merkez Bankası rezervlerinde 10 milyar dolar erimeye neden oldu. Ardından “Kürt sorunu” olmadığının ilanı, sonrasında hükümete rağmen İzleme Heyeti’ne karşı çıkışı ve Öcalan’ın müzakere temeli olarak sunduğu 10 maddeye itirazı, her konunun kendisinin başkanlık hedefinin taktik malzemesi olduğunun açık kanıtı.
Erdoğan sadece görece yetkisiz Cumhurbaşkanlığının zincirlerinden bir an önce kurtulmak için başkan olmak istemiyor, ayrıca “Türk usulü” başkanlık adı altında kendisine “dar gelen bir gömlek” olarak gördüğü burjuva demokrasisinin en temel ilkelerinden olan kuvvetler ayrılığını da törpülemek istiyor. Böylece yargı, yürütme ve yasama üzerinde şu anki gayrimeşru etki ve müdahalesini meşru hale getirmiş olacak. Erdoğan’ın çabaladığı rejim modelinde kendisine biçtiği rol bir Osmanlı sultanı, “anonim şirketinin” patronluğuna denk düşüyor.
Ekonomik büyüme ve sosyal eşitsizlik
Hiç kuşku yok ki AKP iktidarının en büyük dayanağını 12 yıllık iktidarı sırasında Türkiye’de görülen ekonomik gelişmeler oluşturuyor. Genel kanı ve AKP’nin de hep dayattığı görüş, ekonomik büyümenin herkesi kapsadığı. Yani Türkiye ekonomisinin büyümesi ile emekçilerin yaşam standardının da büyüdüğü propagandası. Elbette ki ekonomi büyüdüğünde birilerinin serveti de büyümüş demektir, ama o birileri ne Somalı madenciler, ne okullarda öğretmenler, hastanelerde hemşireler, ne işsizler ne de emeklilerdir.
Türkiye ekonomisi 2002 ile 2013 ortalama % 5,1 büyüyerek 2014 yılı sonu verilerine göre dünyanın 19’uncu büyük ekonomisi olmuş. Gayri safi milli hasıla 2002’deki 230 milyar dolardan 2013’de 820 milyar dolara ve kişi başına düşen milli gelir ise 3.300 dolardan 10.800 dolara yükselmiş.
Buna karşın 2015 yılı için net asgari ücret ise aylık 949 lira iken, Türk-İş’in Martsonu verdiği rakamlara göre Türkiye’de
4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 4 bin 259 lira, açlık sınırı ise 1.308 liradır. Yani buna göre sadece bir kişinin asgari ücretle çalışarak geçindirdiği tüm aileler açlık sınırının altında yaşıyor. Dört kişilik bir ailenin tamamının asgari ücretle çalışması durumunda bile yoksulluk sınırının üstüne çıkamıyor. Türkiye de resmi rakamlara göre yaklaşık 5 milyon kişi asgari ücretle çalışıyor. İşsizlik resmi rakamlara göre yüzde 10 (gençlerde yüzde 20)’un üzerinde.
O halde kapitalist büyüme sermayedarların servetinin büyümesi anlamına geliyor olmalı. Nitekim Time Türk haber portalının 29 Ekim 2014’te Ekonomist Dergisi’ne dayanarak verdiği habere göre Türkiye’nin en zenginleri servetlerini 2004’ten itibaren on yıl içinde dörde katlamışlar.
Buna göre sadece Koç Ailesinin serveti 8 milyar Doları buluyor. Yine Cumhuriyet Gazetesi’nin aynı kaynağa dayanarak yaptığı haber göre 78 milyon nüfuslu Türkiye’nin en zengin 5 kişisinin (bir taksiye sığacak kadar) toplam serveti 33 ile 37 milyar Dolar arasında. Türkiye’de en zengin 25 kişi (bir dolmuşa sığacak kadar) toplam 101 ile 126 milyar Dolar servete sahipler. Bunun karşında serveti 10 bin Doların altında olanlar ise 58 milyon 734 bin kişi.
Alman ozan Brecht bir şiirinde “ben fakir olmasa idim, sen zengin olamazdın” der. Çok açık ki AKP’nin ekonomik büyümesi bir avuç sermayedarın zenginliği ve bunun oluşma koşulu ise milyonların yoksulluğudur.
Buna rağmen yoksul milyonların oylarını paradoksal bir şekilde 12 yıldır AKP’ye vermelerinin nedeninin anlaşılması önemli. Özellikle ülkeye giren sıcak yabancı sermaye sayesinde uzun bir süre ekonominin kesintisiz büyümesi düşük ücretli, güvencesiz ve uzun çalışma süreli de olsa yeni istidam sahalarının oluşmasını da sağladı. Bu ise işçi sınıfı nezdinde yaşamlarında eskiyle kıyasla görece bir iyileşmeye tekabül ediyordu. TOKİ ile inşaat firmalarının bir yandan karlarını katlamalarına karşın emekçilerin bankalardan aldıkları kredilerle de olsa ev alabilmeleri kuşkusuz AKP’ye sempatiyi artırdı. Tüm bunlara ek olarak kredili yaşamla aslında borç üzerine kurulu suni bir refah havası oluştu. AKP, büyük sermayenin arzuladığı özelleştirme gibi tüm neoliberal politikaları uygularken diğer yandan da Türkiye’de o zamana dek olmamış yeşil kart, işsizlik maaşı gibi sosyal politikaları da hayata geçirdi. Bunlara ek olarak AKP belediyelerinin yaptıkları ve bazı tuzu kuru küçük burjuva kesimlerince bazen alaycı bir tarzda “kömür”, “makarna” tabir edilen doğrudan yardımlar elbette ki yoksullar nezdinde bir karşılık bulacaktı.
İşçi sınıfının perspektifinden
Son yıllarda işten çıkarmalara, düşük ücrete, güvencesizliğe karşı tekil olarak işçi mücadelelerinin sayısının artığı gözlenmekte ise de işçi sınıfının kolektif sınıf bilincinden söz etmek henüz çok zor.
Bunun yanında işçi sınıfını patron karşısındaki örgütlü durumunun ifadesi olan sendikalaşma oranı oldukça düşük. Var olan sendikaların büyük çoğunluğunun hükümet yanlısı ve patronla uyum içinde olması sendikaların işçi sınıfının nezdinde çekiciliğini ve anlamını yitirmesine neden olmuş durumda. Tüm sendikalar işçilerin yerine kendi kariyerlerini ön planda tutan sendika bürokratlarının kontrolü altında. Buna kendini solda görenler de dahil.
İlk bakışta Türkiye’de işçi sınıfı genel olarak İslamcı-muhafazakâr, laik-Alevi, milliyetçi/ulusalcı ve Kürtler olarak dört ana yönelime göre bölünmüş olduğu görülüyor. Kendisini Müslüman-dindar gören kesim özellikle de geçmiş zamanlarda türban yasağı gibi baskılar ve bir milliyetçi kesim yine Türk-İslam sentezi ideolojisi nedeni ile AKP’ye yönelirken, Kürtler de genel olarak hem Sünni-İslam muhafazakarlık hem de çözüm süreci ve nedenlerinden bağımsız olarak Kürt sorunu konusunda diğer partilerden farklı tutumu ve kısmi reform(cuk)lardan dolayı AKP’de kendini bulabiliyor. Özellikle “laiklik”, ulusalcı/milliyetçi kaygılar taşıyan kesim ve Aleviler de AKP’nin Sünni-İslam ideolojisi ile eşit yurttaş haklarının gasp edilmesi ve onunla ilgili kaygılarından dolayı CHP’ye; kendini Türk milliyetçiliği ile aidiyetlendiren kesim MHP’ye yönelirken, Kürtlerin büyük bir kısmı da HDP’yi desteklemektedir.
Bugün Türkiye’de sosyalist sol, iki üstlenmesi gereken temel görev ile karşı karşıya. Bir yandan kapitalist sömürüye karşı devrimci sosyalist bir program ve stratejiye sahip bir güç inşa ederken, aynı zamanda Tekel, Gezi, Soma, Yatağan gibi işçi sınıfının küçüklü büyüklü mücadelelerini birleştirip sermayeye karşı geniş kesimleri içine alacak güçlü bir harekete dönüşmesi için taktik ve politikalar geliştirmesinde aktif rol almak zorunda.
Ekonomisi en kırılgan ülkelerden olan Türkiye çalkantılı zamanlara doğru gidiyor. Kriz demek, yüz binlerin bir anda işsiz kalması, kredi borçlarını ödeyemeyerek evinden olması, yoksulluk ve sefalet demektir. Kriz kapitalist sistemin bozuk çarkının faturasının geniş emekçi yığınlarının sırtına yüklenmesi demektir. Koşullar değişip işçi sınıfının AKP ilgili yanılsamalar tamamen dağılmaya başladığında, işçi sınıfı bilinçaltına ittiği ayakkabı kutularındaki milyon dolarlar, para kasaları, 700 bin liralık saatleri tekrar hatırlayacaktır. Böyle bir durumda ancak güçlü bir kitle partisi işçi sınıfının ortaya çıkacak olan hoşnutsuzluğunu biraraya toplayıp hem programatik hem stratejik bir yön vererek ileriye taşıyabilir.
7 Haziran seçimlerine giderken gerek HDP gerekse de kısa zaman önce kurulan Birleşik Haziran Hareketi böyle mücadelelerde birleşik bir gücün ilk adımları olabilirler. Ne var ki tüm bu sorunların kaynağında her şeyin merkezine insan (ve doğanın) ihtiyaçları değil de kârı koyan kapitalizmin sistemin kendisidir. Böyle bir parti kapitalizmin kaldırılmasını açık bir şekilde hedefleyen bir programa sahip olmalıdır.
——————————————————————————————————————————————————
1982 Anayasası’na göre Türkiye Cumhuriyeti, gerek anayasanın ilk metni gerek değişiklikler sonrası niteliği son derece tartışmalı olsa da, hükümet sistemlerinden parlamenter sistemi benimsemiştir. Yürütme cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu olmak üzere çift başlıdır (md. 8). Yürütme organı yasama önünde sorumludur, yasama yürütmeyi gensoru, meclis soruşturması gibi yöntemlerle denetler (md. 98,99,100). Ayrıca yürütme göreve başlarken yahut görev sırasında güvensizlik oylaması ile görevden düşürülebilir (md. 110). Halk tarafından seçilmesi bir kenara bırakılırsa, cumhurbaşkanı tarafsızdır (md. 103,104) ve siyasal olarak sorumsuzdur (md. 105) Dolayısıyla Türkiye’de parlamenter sistemi değiştirmek ancak kapsamlı bir Anayasa değişikliği ile mümkündür.
Anayasa değişikliği 82 Anayasası’nın 175. Maddesinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre “Değiştirme teklifinin kabulü Meclisin üye tamsayısının beşte üç çoğunluğunun gizli oyuyla mümkündür… Cumhurbaşkanı Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları, bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderebilir. Meclis, geri gönderilen Kanunu, üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile aynen kabul ederse Cumhurbaşkanı bu Kanunu halkoyuna sunabilir. Meclisce üye tamsayısının beşte üçü ile veya üçte ikisinden az oyla kabul edilen Anayasa değişikliği hakkındaki Kanun, Cumhurbaşkanı tarafından Meclise iade edilmediği takdirde halkoyuna sunulmak üzere Resmî Gazetede yayımlanır. Doğrudan veya Cumhurbaşkanının iadesi üzerine, Meclis üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile kabul edilen Anayasa değişikliğine ilişkin kanun veya gerekli görülen maddeleri Cumhurbaşkanı tarafından halkoyuna sunulabilir… Halkoyuna sunulan Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların yürürlüğe girmesi için, halkoylamasında kullanılan geçerli oyların yarısından çoğunun kabul oyu olması gerekir.”
Yani AKP’nin tek başına anayasa değişikliğinin kabulü için en az üye tam sayısının (550) beşte üçü (330) kadar milletvekiline sahip olması gerekmektedir. Bu oran değişikliği ancak halk oylamasına götürecektir, zira anayasa değişikliği üye tam sayısının beşte üçü ile üçte ikisi (367) arasında oyla kabul edilirse referanduma gidilecektir. AKP’nin değişiklikleri başka bir ihtimale yer bırakmaksızın geçirebilmesi için üye tam sayısının üçte ikisi, yani en az 367 milletvekiline ihtiyacı vardır.
——————————————————————————————————————————————————
*Bu yazı Sosyalist Alternatif Dergisi’nin 1. Sayısından alınmıştır.