15 Temmuz 2016 günü Türkiye tarihi, askeri darbe tecrübelerine bir yenisini ekledi. Fethullan Gülen tarafından organize edildiği iddia edilen askeri darbe girişimi açık çatışmalara, yüzlerce kişinin ölmesine neden oldu. Başta Erdoğan olmak üzere bütün AKP yöneticileri halka sokağa çıkma ve “meydanlara sahip çıkma” çağrısında bulundular. Bu, bir yandan askeri darbe girişimine karşı gösterilen sivil bir direnç iken diğer yandan da ölümün soğukluğunu ensesinde hisseden AKP’nin ve Erdoğan’ın sivil halkı darbeye karşı kendilerine kalkan yapma girişimiydi. Darbe bertaraf edildikten sonra da kaybetmekte olduğu desteği tekrar toplamak için bir fırsata çevirme çabasına dönüştü.
Darbe girişimi başarısız oldu. Darbenin başarılı olması durumunda iktidar olacak, “kahraman” olarak nitelendirilecek Gülen takipçileri “vatan haini”, daha birkaç yıl önce “muhterem hoca efendi” diye hitap ettikleri Fethullah Gülen “terör örgütü lideri” olarak tanımlandı ve hiç alışkın olmadıkları bir biçimde Türkiye devletinin “terör örgütü” mensuplarına davrandığı gibi bir muameleye maruz kaldılar. Ülke çapında ilan edilen olağanüstü hal uygulamasını takiben yargı ve ordu da dahil olmak üzere devlet kadrolarında kelimenin tam anlamıyla temizlik başladı ve Gülen destekçisi olduğu iddia edilen binlerce kişi iktidar tarafından son derece kısa bir sürede “elleriyle koymuş gibi” bulunarak görevlerinden uzaklaştırıldılar. Buna ek olarak kamu yönetimi yapılanmasında da köklü değişiklikler yaşandı ve birçok kurum kapatıldı veya Cumhurbaşkanlığı’na bağlandı. Diğer yandan askeri darbeyi püskürten AKP kitlesi darbe sonrasında sokaklardan çekilmeyerek “demokrasi nöbeti” adını verdikleri gövde gösterisi ile arkalarına her türlü devlet desteği (ücretsiz ulaşım, gıda vs) meydanları ellerinde tutmaya devam ediyor. Bütün bu temizlik ve yeniden yapılanma süreci nereye kadar sürecek bilinmez, ancak şimdilik şurası kesin ki Türkiye’de siyaset asla eskisi gibi olmayacak.
Fethullah Gülen kimdir?
Gülen’in kurucusu ve lideri olduğu, çoğu kez kısaca “Cemaat” denilen, siyasal İslam’ın bilindik simalarından biri olan “Gülen Hareketi”, Türkiye’de belki de yüzlerce irili ufaklı İslami grupların/tarikatların en önde gelenlerinden biridir. Fethullah Gülen’in ilk siyasi faaliyeti, 1960’ların başında Komünizm ile Mücadele Derneği’nin Erzurum şubesinin kurucuları arasında yer almaktır.
Türkiye’deki diğer bütün İslami akımlarda olduğu gibi Gülen Hareketi’nin gelişimi de 12 Eylül 1980 darbesiyle büyük bir ivme kazandı. Darbe bütün Türkiye solunu ezince o güne kadar sosyalist devrimciler tarafından tutulan sokaklar bir anda sahipsiz kalmıştı. Devrimcilerin geride bıraktığı boşluk darbeden sonra komünizmin panzehri olarak görülen ve açıktan devlet eliyle güçlendirilen Siyasal İslam tarafından dolduruldu. Bu değişim fiziksel olarak değil, aynı zamanda ideolojik düzlemde de yaşandı; o güne kadar solcular tarafından yerleştirilen yoksul-zengin çelişkisi yerine Siyasal İslam’ın güçlendiği yerlerde laik-Müslüman çelişkisi Türkiye toplumunun temel çelişkisi olarak insanların zihnine yerleştirildi.
Hem yapı hem de siyaset yürütme biçimleri itibariyle Gülen cemaati devrimcilerin boşluğunu doldurup yoksul çocuklar kendine çekmek için adeta biçilmiş kaftandı. Sahip oldukları okul ve yurtlara her gün bir yenisini ekliyor, sahip oldukları devasa sermaye sayesinde yoksul çocuklara cömertçe karşılıksız yardımlarda bulunabiliyor, verdikleri din eğitimi ile Sünni-muhafazakar ailelerin gönlünü de kolaylıkla kazanabiliyorlardı. Gülen cemaatinin okullarında ve yurtlarında eğitim almak yoksul çocuklar için eğitim almanın en masrafsız yöntemlerinden biri haline gelmişti. Bu çocuklar yıllarca bir İslami doktrinizasyona maruz kalıyor, mezun olduklarında da kamu yönetimi kademelerine, özellikle de asker, polis ve yargıya yerleştirilmelerine özel bir önem veriliyordu. Tüm bunlar dönemin hükümetlerince de destekleniyordu.
Gülen Cemaati’nin bir diğer dikkat çeken özelliği; Komünizm ile Mücadele Derneği’nin kurulmasından beri geçen 50 yıllık sürede bırakın siyasi parti kurmayı bu yönde herhangi bir girişimde dahi bulunmamış olması ki bu yüzden de kendilerini siyasi bir kuruluş yerine bir “hizmet hareketi” olarak adlandırıyorlar. Bizzat bir siyasi parti kurarak iktidara ulaşmak yerine Milli Nizam Partisi’nden beri Milli Görüş çizgisinden gelen, hâlihazırda kurulu İslami partilerle işbirliğine gitme yöntemini kullandılar. AKP ile sürdürdükleri mutualist ilişkinin arka planında da tam olarak bu yatıyor. Erdoğan’ın, araları bozulduğunda bunlara hitaben “ne istediniz de vermedik” sitemi aralarındaki ilişkiyi en iyi özetler niteliktedir.
Ne oldu da el ele devlet erkini paylaşan bu iki büyük ortak birbirlerine düştüler?
Yıllardır türlü hukuksuzluklar ile devlet kademelerini kol kola ele geçirdikten sonra, “Eski Türkiye”nin Kemalist askeri bürokrasi kliğine karşı 2010 yılında yapıla bir anayasa değişikliği referandumuyla zaferini ilan eden AKP ve Erdoğan için Cemaat artık ayak bağına dönüşmüştü. Zira artık Erdoğan’ın Gülen’e hiçbir şekilde ihtiyacı kalmamıştı 2010-2013 yılları arası AKP-Cemaat gerginliği üstü kapalı bir biçimde devam ederken çatışmanın kamuoyuna yansıması Erdoğan’ın “Dershaneleri kapatacağız” açıklaması ile oldu, zira dershaneler Cemaat’in en büyük insan kaynağı araçlarından birisiydi. Cemaat’in 17-25 Aralık 2013 tarihlerinde emniyet içerisindeki güçleriyle AKP’nin kirli çamaşırlarını ortaya seren yolsuzluk operasyonlarını başlatması ve Erdoğan’ın bu yolsuzluklardaki rolünü ortaya koyan ses kayıtlarını yayınlaması, gerginliğin üstü kapalılığını tamamen bertaraf eden bir savaş ilanıydı.
15 Temmuz darbe girişimi AKP-Cemaat arasında başlayan ve süregelen savaşın son halkasıydı. AKP iktidarı altında devlet kademesinde günden güne kan kaybeden Cemaat askeri darbe yöntemini deneyerek salt siyasi güç ile iktidarı ele geçirmeyi hedefledi. Şimdilik bu, Cemaat’in “rest” denemesi gibi görünüyor. Ya salt güç kullanarak bütün iktidarı ele geçirecek ve aynı yöntemle idame ettireceklerdi, ya da büyük oynayıp kaybederek tarih sahnesinden silineceklerdi. Kesin konuşmak için hala çok erken olsa da, ilk ihtimalin gerçekleşmediğini gönül rahatlığı ile söyleyebiliriz. Tabi ki bu gizemli oluşumun ölümcül bir yenilgi alıp almadığını söylemek için henüz erken, fakat şurası kesin ki çok büyük bir darbe aldı.
“Milli mutabakata” karşı yoksulların ve ezilenlerin mutabakatı
Başarısız askeri darbenin Erdoğan’ı güçlendirdiği mi yoksa zayıflattığı mı herkesçe tartışılıyor. Bu soruya cevap vermek elbette kolay değil. Mağduriyet temelli propagandayı arkasına alarak kitle desteğini en azından kısa vadede konsolide ettiğini göz önünde bulundurduğumuzda Erdoğan şimdilik güçlenmiş görünüyor. Her şeye rağmen birden fazla cephede savaşmayı göze almayan Erdoğan, diğer sistem içi muhalefete karşı tamamen taktiksel ve geçici bir geri çekilme gerçekleştirdi. Erdoğan’ın bu manevrasına karşılık Erdoğan’ı diktatör ilan etmiş olan burjuva muhalefet liderleri sarayı boykot eden tutumlarından geri adım atarak onunla orada el sıkışıp işini daha da kolaylaştırıldılar. Bu “jest”e karşılık olarak Erdoğan da muhalefet liderleri Kılıçdaroğlu ve Bahçeli hakkında açtığı tüm kişisel davaları geri çekti. Nihayet 7 Ağustos’ta İstanbul’da HDP dışında tüm burjuva liderlerinin katılıp konuşma yaptığı devasa bir mitingle “Milli Mutabakat”larını ilan ettiler.
Erdoğan’ın uzun yıllar sürdürdüğü kutuplaştırma politikası ve toplumdaki bölünme karşısında partilerin el sıkışıp uzlaşma görüntüleri işçi sınıfının büyük bir çoğunluğuna ilk bakışta doğru bir gelişmeymiş gibi görünüyor olabilir. Oysa bu “milli” mutabakat patronların ve zenginlerin işçilere yoksullara karşı bir mutabakatıdır. Başına “milli” kelimesini koyarak zengin sınıfıyla işçi sınıfının çıkarlarının zıtlığının üstünü örtmeye çalışıyorlar. “Milli” mutabakat dedikleri AKP, CHP ve MHP’nin, kendi içerisinde darmadağın olmuş olan burjuva devletini ve sömürü sistemini içinde bulunduğu krizden kurtarmak için aralarında vardıkları geçici bir ateşkestir. Fakat Erdoğan, burjuva muhalefetinin şuan ki tutumunun yardımıyla “devleti sıfırdan” tekrar inşa ettikten ve yerini sağlamlaştırdıktan sonra yeniden ve daha sert bir biçimde saldırıya geçecektir.
Erdoğan’ın güçlendiğini düşündüren bütün etmenlere rağmen yıllarca uyguladığı kutuplaştırma politikasının sonuçları itibariyle ve sömürüden Kürt sorununa kadar hiçbir sorunun çözülmediği gerçekliği karşısında orta veya uzun vadede Erdoğan güç kaybetmeye devam ediyor. Bu açıdan, öyle ya da böyle gelecek aylar Türkiye’de çok çalkantılı geçecektir ve darbe girişimiyle birlikte Türkiye’de uzun zamandır yaşanan politik kriz çözülmek yerine yeni bir aşamada seyir alıyor.
Bu aşamada Erdoğan’ı ve onun otoriter sömürücü rejimini ala aşağı edip işçilerin, yoksulların ve Kürt halkının haklı taleplerine gerçek bir çözüm olacak bir alternatif sunabilecek bir güç yaratmak için sermayedarların ve zenginlerin bu “milli” mutabakatına karşı, bize bir sınıf mutabakatı gerekli. 11 Ağustos’ta DİSK, KESK gibi sol sendikalar ile HDP, HDK, Haziran Hareketi ve birçok sol parti/örgütlerin ilan ettikleri “Emek ve Demokrasi için Güç Birliği” Erdoğan’a ve onun temsil etiği kapitalist sistemine saldırılarına karşı bir sınıf mutabakatı oluşturmak için iyi bir başlangıç olabilir. Bunun için bu “birliğin” tarihi bir sorumluluk içinde hareket ederek içinden geçilen bu karmaşık zamanda bu çabayı heba etmemesi için gereken gayreti ve sabrı göstermesi gerekiyor. Sosyalist Alternatif böyle bir birlik için ve darbe denemesinin yarattığı korku ve kaygılardan dolayı henüz sistem partilerinin oluşturduğu “milli mutabakat”a meyil eden işçi ve yoksul kitlelerin kendisine çekerek gerçek bir alternatif sunabilecek bir gücün inşası için her türlü çabayı verecektir.