Kürt sorunu tam bir yıldır çok kanlı ve yıkıcı bir dönemin içerisinden geçiyor. Yüzlerce ölü, onlarca yerle bir edilmiş kent, evinden barkından olmuş yüzbinlerce insanın ceremesini çektiği bu sürecin nasıl biteceği belirsiz ve içinde büyük kaygılar barındırıyor. Birçok açıdan bir iç savaş görünümü veren bu savaşta kış aylarında hükümet, askeri ve politik propaganda olarak üstünlüğü elinde tutarken, uzunca bir süredir inisiyatif askeri olarak Kürt Hareketinin eline geçmiş görünüyor. Bölgede emperyal rüyaları doğrultusundaki politikaları iflastan iflasa sürüklenirken girdiği çıkmazdan Rusya ve İsrail ile ilişkileri tekrar düzelterek kendine bir çıkış yolu açan Erdoğan’ın Kürt sorununda da böyle bir virajı alması kolay görünmüyor. Tam aksine Rojava’nın gelişiminin önünü kesmek için artık Suriye’ye fiilen de girmiş olan Türkiye devleti, bu hamlesiyle Kürtlere karşı mücadelesini kendisi için adete bir ölüm kalım meselesine dönüştürmüş durumda.
İçinde bulunduğumuz bu savaş, çözüm sürecinde kurulan masanın Erdoğan tarafından devrilmesinden sonra, 20 Temmuz’da gerçekleşen Suruç katliamının hemen ertesi günü başladı. Savaş, 1 Kasım seçimlerinin öncesi ve ardından birçok ilçede sokağa çıkma yasaklarıyla devam etti ve her türlü gelişmiş askeri teknolojiyle sürdürülüyor. Batıda yoğun dezenformasyon ve muhaliflere karşı baskılar eşliğinde yapılan askeri operasyonlarda devlet güçleri uzun bir süre üstünlüğü elinde tuttu. Ne var operasyonlar bir türlü bitmek bilmedi. Ayrıca, “Özel harekat”ın Cizre’de üç apartmanın bodurum katında mahsur kalan insanları toplu şekilde yakmak gibi yöntemlerden geri durmaması her şeyin istendiği gibi gitmediğinin işaretlerini de veriyordu.
Diğer taraftan HDP hükümet tarafından büyük bir kuşatma altına alındı. Batıda en ufak bir protestoya izin verilmezken, yoğun baskılar nedeniyle Kürt illerindeki protestolar polisin saldırılarıyla etkisiz bırakıldı. İmralı Adası’nda tutuklu bulunan A. Öcalan ile 5 Nisan 2015’ten itibaren görüşmeler engellendi ve bu tecrit halen de devam etmekte. Avukatları ise Öcalan’la en son 27 Temmuz 2011 tarihinde görüşebilmiş.
Türkiye medyası tamamen hükümetin ve Genelkurmay’ın ağzından haberler vererek tüm olup bitenleri maniple etmekte başat rol alırken, bölgedeki gelişmelere karşı en ufak bir tepki büyük bir şiddetle susturuldu. Buna en iyi örnek, bir talk şov programı olan Beyaz Show’a canlı bağlanan bir öğretmenin başına gelenlerdir. Bölgede “çocukların öldüğüne” dikkat çekerek öğretmen olduğunu söyleyen bu izleyici sadece bir linç kampanyasına maruz kalmadı, kendisine ayrıca terör propagandası yaptığı gerekçesiyle dava açıldı. Programın sunucusu Beyazıt Öztürk’ün ise gelen tepkilerden dolayı yalvar yakar özür dilemesi toplumda oluşan baskı ve korkunun geldiği noktanın en bariz ifadesi oldu. Kuşkusuz en büyük ve çarpıcı baskıyı “bu suça ortak olmayacağız” başlığıyla savaş karşıtı imza kampanyasının metninden dolayı akademisyenler gördü. Bölgedeki savaşa ve hükümetin kolluk kuvvetlerinin kuraldışı uygulamalarına dikkat çekip karşı koyan imzacılara ve daha sonra tüm muhalif akademisyenlere karşı son yılların en büyük cadı avı başlatıldı.
Kürt Hareketi 7 Haziran 2015 seçimleri öncesi birçok provokatif olaya rağmen silahlı çatışmadan uzak durdu. Öyle ki uzun bir süre her iki tarafın da çatışmayı başlatan taraf görüntüsü vermek istemediği anlaşılıyordu. Fakat PKK Suruç katliamının hemen ardından iki polisin yataklarında öldürülmesi gibi esrarengiz bir suikastı -sonradan bunun şaibeli bir olay olduğuna dair açıklama yapsa da- üstelenerek hükümetin yaptığı gibi çatışmasızlık sürecini terk etti. Bu sefer KH genç milislerden oluşan Sivil Savunma Birlikleri (YPS) adı altında şehirlerde hendekler kazıp mevzi savaşına girdi. Şehirlerde milislerle olan mücadele Mayıs ayında Nusaybin’de Kürt Hareketi’nin hiçbir birliğinin kalmadığını açıklamasıyla sona erdi ve şu an savaş gerilla güçleri ile sürdürülüyor.
Çözüm süreci hala buzdolabında mı?
Tüm bu gelişmelere rağmen Erdoğan sık sık (en azından 15 Temmuz darbe girişimine kadar) “çözüm süreci tamamen bitmedi” anlamında “buzdolabında duruyor” demekten geri durmuyor. Yeni olan ise Erdoğan’ın HDP’yi tam hedefine oturtmuş olması ve yeni bir çözüm sürecinin HDP dışındaki kesimlerle yapılacağını belirtmesi. Bunun arkasında pek tabi ki Kürt Hareketini bölme politikasının yanında batıda da oy alabilmiş olan HDP’nin güçlenmesinin önünü kesmek de yatıyor. Ayrıca Kürt sorununda çözüm meselesinin Rojava’nın üzerinden geçtiği de çok açık. O yüzden gerek Kürt Hareketi gerekse de devlet bu süre içerisinde güçlerini kanıtlamayı sürdürecekler.
Kürt Hareketi’nin Nusaybin’den güçlerini çektiklerini açıklamalarının ardından Erdoğan çeşitli yerlerde şu cümleyi sıkça tekrarlayıp duruyordu: “Silahlar ya teslim edilecek, ya betona gömülecek ya da bu ülkeyi terk edecekler.” Bu cümlenin Kürt Hareketinin YPS güçlerinin Mayıs ayında Nusaybin’den çekildiğini duyurması ve büyük bir ihtimalle indirekt gerçekleşen bir temasla ilgili olduğu anlaşılıyor. Belli ki Erdoğan daha fazlasını koparmak çabasındadır. Çünkü esas mesaj hiç kuşku yok ki “… ya da bu ülkeyi terk edecekler” kısmında. Ülkeyi terk etmek PKK’nin çözüme dair temaslarda gerilla birliklerini Türkiye sınırları dışına çekerek çözüm samimiyet göstergesi olarak birkaç defa yaptığı bir şey. İlk olarak Öcalan tutuklandığında böyle bir çağrı yapmıştı. Son “çözüm süreci”nin ilk aşamasında da bu vardı.
Erdoğan’ın bu tutumuna karşı KCK üyesi Karayılan AKP’nin çözümü reddetmesinden dolayı geriye ikinci seçenek olan devrimci halk savaşıyla kendi çözümlerini geliştirerek “bağımsız Kürdistan’ı” kurmak kaldığını, hedeflerinin Abdullah Öcalan’ın tarif ettiği demokratik konfederalizm olduğunu ve ulus devlet kurmayacaklarını ancak “konfederalizmi bağımsız bir biçimde inşa edebileceklerini” söyledi. Böylece Kürt Hareketi uzun bir sürenin ardında ilk defa “bağımsız Kürdistan” ifadesini tekrar kullanmış oldu.
Bir tarafta devletin daha önceki dönemlere benzer bir biçimde bu saldırgan politikalarından çark edip tekrar bir görüşme sürecine gireceği herkesin örtülü olarak beklediği/umduğu bir olgu. Gerçekten de nesnel koşullar Erdoğan’ın Kürt sorununda da bir u dönüşü yapmaya zorlayabilir fakat hali hazırda bunun nasıl olacağına dair en ufak bir emare mevcut değil ve eğer böyle bir süreç tekrar başlarsa bu sadece taktik nedenlerle olacaktır.
Kapitalist Türkiye devletinin ve burjuvazisinin Sünni İslam üzerinden Orta Doğu’daki yayılma emelleri anlamında Neo Osmanlıcı bir ideolojiyle hareket ederken, Erdoğan’ın tüm politik taktik ve manevralarına kendisinin Başkanlık sistemine geçme stratejisi eşlik ediyordu. En azından 15 Temmuz darbe girişimine kadar bu açıktan böyleydi (öyle görünüyor ki 15 Temmuz’un ardına diğer sermaye partileri CHP ve MHP’nin de içinde olduğu “milli mutabakatından”a karşılık başkanlık hedefi şimdilik rafa kaldırılmış). Kürt sorununu da Erdoğan ve AKP ta başından itibaren bu doğrultuda ele alıp kullandılar. Egemen hükümetler içerisinde Kürt sorununda bir takım küçük reformlar ve direk görüşmelerle devlet politikasının sınırlarını zorlamak bağlamında en uzak mesafeye giden hükümet olmasına karşın, ne AKP ne de başka bir burjuva partisi devletin Sünni-İslam-Türk ideolojisinin sınırlarını aşacak güçte ve yetenekte. Bu yüzden de Kürt sorunun hem Türkiye’nin egemenleri açısından büyük bir çıkmaz, hem de herhangi bir hükümet değişikliğiyle çözülebilecek bir mesele olarak görünmüyor. Türkiye devleti bugün bırakın özerkliği, Kürtlerin minimal talepleri olan Anayasa’da kimliklerinin tanınması ve anadilde eğitim hakkını bile kabul edebilecek bir durumda değil.
Suriye’de gelişmeler ve Kürt sorunu
Kürt sorunu gelinen noktada Suriye içi savaşıyla iç içe geçmiş durumda. AKP hükümetinin Esat rejimine karşı tutum alarak Orta Doğu coğrafyasında emperyalist bir güç olma hülyaları neredeyse tamamen dağıldı. Şimdilerde Erdoğan rejiminin (devletin) Suriye’de politikalarını tek belirleyeni ise Kürtlerin Suriye’de elde ettiği kazanımlar.
Suriye’deki gelişmeler ve Kürt sorunu bağlamında Türkiye için en az dört önemli dönüm noktası ya da aşamadan söz edilebilir.
Bunlardan ilki 2012 yılının Temmuz ayında Kürtlerin kendi bölgelerinde kontrolü çatışmasız bir şekilde rejim güçlerinden alıp kendi “öz yönetimlerini” oluşturmaları. Suriye’de Esad diktatörlüğüne karşı ayaklanmayı kendi kontrolüne almaya çalışan Türkiye, o zaman panik halinde bu işin bir an gerçekleşmesi için çabalıyor ve büyük emperyalist güçleri Suriye’ye askeri bir müdahale konusunda ikna etmeye çalışıyordu. Her ne kadar Erdoğan rejimi ve onun Dışişleri Bakanı Davutoğlu o zaman hala “Emevi Camii’nde namaz kılma” rüyasını görüyorlardıysa da aceleciliklerinin esas nedeni, Suriye’de de Irak’taki gibi bir “Kuzey Suriye” oluşmasını önlemekti. Türkiye’nin bu çabaları (aceleciliği) 2012 Kasım ayında gerçekleşen ABD başkanlık seçimlerine kadar yoğun olarak sürdü. Başkanlık seçimlerini tekrar kazanan Obama’nın kendi çıkraları açısından çeşitli nedenlerden dolayı askeri müdahaleden uzak durmasının sonucunda Erdoğan rejiminin, oyunu yeniden kurması gerekti ve o yılın sonunda dönemin başbakanı Erdoğan tecrit altında bulunan Öcalan ile devletin görüştüğünü söyleyerek yeni “çözüm sürecini”e işaret eden imalarda bulundu.
O sıra Erdoğan rejimi 2010 referandumu ile kendi gücünü konsolide ettiğini düşünerek 2011 seçimlerinin hemen ardından büyük bir özgüvenle Kürt sorununda askeri yöntemlere geri dönmüştü. İşte Suriye’deki kendini gösteren gelişmeler Erdoğan’ın 2013 yılının başında masaya dönüp çözüm sürecinin başlatmasının en başat nedenlerden bir tanesidir. Erdoğan çok açık ki her zaman olduğu gibi Türkiye’de Kürtlere bir takım küçük ödünler vererek zaman kazanıp Rojava’daki gelişmeleri boğmak niyetindeydi. Nitekim süreç boyunca Öcalan ile görüşmeler gerçekleştiren İmralı Heyeti’nin Öcalan ile görüşmelerinin notlarını içeren bir kitapta Sırrı Süreyya Önder ile dönemin başbakanı Erdoğan arasında geçen bir diyalog bunu kanıtlar nitelikte. Önder dönemin başbakanı Erdoğan’ın kendisine şöyle dediğin aktarır: “Bana ne yapacağımı soruyorsun, söyleyeyim. Her şeyi yapacağım. Bir zamanı var ve bu konuda Apo ile de anlaşmışım. Tek bir kırmızı çizgim var, o da Suriye’dir. Orada Kuzey Irak benzeri bir yapılanmaya asla izin vermeyeceğim.”
Rojava’nın Kobanê kantonunun 2014 yılının sonbaharında İslam Devleti (İD) tarafından kuşatılması Suriye bağlamında Kürt sorunu açısında ikinci bir dönüm noktası oldu. Birbirinden kopuk Cezîrê ve Efrîn kantonlarının arasında bulunan Kobanê stratejik olarak çok büyük öneme sahipti. Bu kent, eğer İD’nin kuşatmasında düşmüş olsaydı, en batıda bulunan Efrîn ile en doğudaki Cezîrê kantonun birleşmesi ihtimaline, dolayısıyla da Rojava’nın inşasına büyük bir darbe anlamına gelecekti. Bu kuşkusuz Erdoğan rejiminin en baştan beri göz önünde bulundurduğu bir olguydu ve o yüzden de oradaki cihatçı grupların defalarca Kobanê’ye saldırmasında parmağı vardı. Nitekim 2014 yılının Ekim ayında Kobanê’yi büyük bir taarruzla kuşatan İD’nin kentin içlerine girmesiyle birlikte Erdoğan sevincini gizleme gereği duymadan Kobanê’nin düşmek üzere olduğunu ilan etti. O zamana kadar belki de hiçbir açıklama Türkiye devletinin Kürt karşıtı tutumunu Kürtler nezdinde bu kadar açık bir biçimde ortaya seremezdi. Erdoğan’ın bu tutumu bardağı taşırarak devasa bir öfkeye yol açtı. 6-8 Ekim tarihleri arasında Kürtlerin ulusal hak mücadelesi tarihinin en büyük kendiliğinden ve alttan oluşan kitle ayaklanması gerçekleşti. Milyonlarca insan büyük bir öfke ve aynı zamanda Kobanê’nin düşme ihtimalinin verdiği kaygıyla sokaklara döküldüler. Bu gelişme Erdoğan’ın Kürt sorununda çözüm sürecini sadece taktik nedenlere yürüttüğünü de gösterdi. Türkiye’de Kürt Hareketiyle sürmekte olan çatışmasızlık sürecinin aslında sadece yaklaşmakta olan genel seçimlerden dolayı olduğu açıktı. Nitekim Erdoğan’ın 6 ay sonra “Kürt sorunu diye bir şey olmadığını” ilan etmesiyle çözüm süreci kağıt üstünde de bitmiş oldu. Süreç 2015 Şubat’ından sonra teorik olarak bitmişti fakat çatışmasızlık süreci halen devam ediyordu. 7 Haziran genel seçimleri öncesinde Erdoğan HDP’yi itibarsızlaştırıp yüzde 10 barajının altında kalmasını sağlamak için Kürt Hareketi’nin tekrar çatışmaya girmesi yönünde çeşitli provokasyonlar denediği halde bunda başarılı olamadı.
2015’in Haziran ayında İD’nin elinde bulunun Tel-Abyad’ın YPG güçleri tarafından alınması ise bu bağlamda üçüncü bir dönüm noktası oldu. Çünkü Tel-Abyad’ın alınması Kobanê ile Cezîrê kantonlarını birleştirdi ki bu da Rojava’nın inşasında büyük bir sıçrama anlamına geliyordu. O ay seçimlerden de yenilgiyle çıkan ve daha da önemlisi HDP’nin seçimlerde büyük bir başarı elde etmiş olması karşısında Erdoğan rejimi çatışmasızlık sürecini de bitirerek çok daha saldırgan bir tutum aldı. Bundan sonra İD’nin elinde bulunan ve onun dünyaya açılan kapısı niteliğindeki, Türkiye sınırı boyunca 98 km’ye tekabül eden Kobanê ile Efrîn arasındaki bölgenin YPG’nin eline geçmesini önlemek Erdoğan rejiminin en önemli politikası oldu. Ayın zamanda Fırat nehrinin batısı olan ve Cerablus, Menbic gibi küçük kentlerin olduğu bu bölgeyi Türkiye devleti kırmızı çizgisi olarak ilan etti. Paralelinde de Türkiye’de bombalar, katliamlar, korku ve endişenin oluştuğu bir ortam yaratarak 1 Kasım seçimlerinde başarılı çıkan Erdoğan rejimi YPG ve PYD’yi, İD’den daha tehlikeli terör örgütleri ilan etti.
Bir NATO üyesi olan Türkiye özellikle ABD’ye sürekli olarak PYD/YPG baskısı yaptı. Bu şekilde YPG’nin Cerablus’u alarak Kobanê ve Efrîn kantonlarını birleştirme operasyonlarını bir süreliğine de olsa durdurdu. Fakat ABD’nin bölgede İD karşısında etkili bir şekilde savaşacak başka bir güç ve YPG ile hareket etmek dışında bir seçeneği olmadığından Türkiye’nin bir süre sonra bunun önüne geçmesi mümkün olmadı. Son olarak Türkiye o bölgeye ÖSO’nun yerleşmesini sağlamak için, batıdaki Azez bölgesini kontrollerinde tutan muhalif güçleri İD üzerine saldı. Ancak bunlar İD karşısında başarısız olunca içinde YPG’nin baskın olduğu Demokratik Suriye Güçleri (DSG)’nin Cerablus’un güneyinde bulunan ve stratejik öneme sahip Menbic’i kurtarma operasyonunu ABD’nin operasyonun ardında YPG’nin tekrar Fırat’ın doğusuna çekileceği garantisiyle kabullenmek zorunda kaldı.
Menbic’in İD’nin uzun ve kanlı direnişine rağmen SDG tarafından kurtarılmasının ardından Türkiye’nin, oranın 30 km kuzeyinde bulunun Cerablus’a alelacele askeri birliklerle girmesi, yeni ve önemli bir dönüm noktasına tekabül ediyor. Hiç kuşkusuz İD’den temizlenen Menbic’in ardından önce Bab alınacaktı. Ardından operasyonlar Kürtlerin Efrîn ve Kobanê arsındaki “Şehba” dedikleri bu bölgede İD’den temizleninceye kadar sürecekti. Böylece hali hazırda zaten ilan edilmiş olan Kuzey Suriye ve Rojava Federasyonu daha da somutluk kazanmış olacaktı.
Şimdi ise Türkiye devleti yaptığı büyük çaplı bir askeri operasyonla Cerablus’u İD’nin en ufak bir direnişiyle karşılaşmadan ele geçirmiş ve oraya özünde İD’den farkları olmayan cihatçı gruplardan oluşan ÖSO birliklerini yerleştirmiş durumda. Böylece Türkiye devleti Kürtlerin Rojava’yla elde ettikleri tüm kazanımlara buradan müdahale ederek yollarını kesmeyi planlıyor.
Tüm bu gelişmeler Kürt sorununun önümüzdeki günlerde daha da karmaşıklaştırmasına yol açacak ve öyle görünüyor ki gelişiminin hangi yöne olacağını belirleyen neredeyse tek faktör ise özellikle Rojava sahasındaki sıcak savaş olacak.