Avrupa’da popülist sağın yükselişine karşı sosyalist cevaplar |Tilman M. RUSTER

Views 538
Okuma Süresi9 Dakika

Zenginlerin kışkırtıcıları

3 Ekim 2015’te mültecilerle dayanışmak için 60 bin insan Viyana sokaklarına çıktı. Geçen sene Avrupa çapında yüzbinler sayıları milyonları bulan mültecilerle mülteciler için harekete geçtiler: Güney ve Doğu Avrupa yönüne doğru yardım konvoylarıyla tren istasyonları civarlarına kurulmuş ve çoğunlukla derme çatma barınaklardaki mültecilerin dayanılmaz koşullarını biraz olsun hafifletmeye yardım etmek için…

Birçok yerde kendiliğinden gelişen bu eylemlerden Avrupa devletlerinin mültecileri ortada bıraktığı konularda hemen yardıma koşan sağlam yapılar oluştu. Mülteci dayanışması elitist bir fenomen değil: İşçiler, gençler ve emekliler, bunların içerisinde birçok da göçmen, inanılmaz bir çalışma yürüttüler ve hala da yürütüyorlar.

Aşırı sağın başarısının arkasında ne yatıyor?

Şunu unutmamak çok önemli, şu an Avrupa’nın politikası hakkında haberleri okuduğumuzda, en azından medyada mülteci sorununa dair algı çok farklı: Britanya’da, burjuva medyasına göre nüfusun yarısı aşırı sağcı UIKP’nin yabancı düşmanlığı kışkırtmalarına kanarak BREXİT lehine oy kullandı. Fransa’da popülist sağcı Marine Le Pen partisi National Front’un [FN – Ulusal Cephe] mülteci karşıtlığını körükleyici tutumu sayesinde başkanlık seçimleri için % 31 ile en güçlü aday. Avusturya’da Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ)’nün Cumhurbaşkanı adayı, Avusturya federal hükümetini mülteci politikalarından dolayı lav etmeyi vaat etmesinden dolayı seçimlerin ikinci turuna kaldı ve Cumhurbaşkanlığını sadece 30 bin gibi küçük oyla kaybetti. Almanya İçin Alternatif (AfD), ilk defa federal çapta muhafazakâr CDU’nun sağında bir parti olarak yerleşmeyi başardı. Benzer haberler Hollanda, Yunanistan, Hırvatistan, İsveç, Danimarka, Sırbistan ve İsviçre’den de gelmekte. Fakat Avrupa’da aşırı sağını yükselişini sadece mülteci kriziyle açıklamak yüzeysel olur. Mülteci krizi daha ziyade on yıllardır sürmekte olan bir süreci hızlandırmış oldu.

Polonya’da Kanun ve Adalet (PiS) Partisi’nin ya da aşırı sağcı Çek cumhurbaşkanın yükselişinin mülteci sorunuyla ilgili olması pekala mümkün. Fakat 2008’deki Macaristan’ın Fidèsz’- Macar Yurttaş İttifakı’nın yükselişini mülteci krizine bağlamak aynı biçimde mümkün olmaz. Diğer taraftan popülist sağcı partilerin Doğu Avrupa’da belirgin bir şekilde güçlü olması aşırı sağın Avrupa’da neden yeniden güçlendiğine dair bir ipucu verebilir.

Stalinizmin yıkılmasının ardında Doğu Avrupa’da kapitalizmin restorasyonunun insanlar için feci sonuçları oldu: 1990 öncesi mütevazı fakat istikrarlı ve eşit dağılımlı refahtan geriye bir şey kalmadı. Bir AB kurumu olan Eurostat’ın verilerine göre bugün nüfusun yaklaşık olarak Macaristan’da % 33’ü, Letonya’da % 35’i, Romanya’da % 40’ı, hatta Bulgaristan’da %4 8’i yoksulluk içerisinde. Kapitalizmin toz pembe gelecek vaatlerinden geriye her şeyden önce gelecek korkusu kalmış durumda. İşçi sınıfının eski ve çoğunlukla da yolsuz Stalinist yapıları bu duruma karşı bir şey yapmadılar. Bunlar ya kendilerini lav etti ya da eski devlet ekonomisinin talanına katılarak kendilerini zengin etmeye çalıştı.

Yılların sefalet ve perspektifsizliğinin ardından artık zaman ırkçıların ve milliyetçilerin zamanıydı. Solcuların ve liberal partilerin inandırıcılığını kaybettikleri noktalarda sağcılar basit cevaplarla puan topladılar. Anti semit komplo teorileri ve çok eski şanlı günlere yapılan göndermeler eşliğinde azınlıklara karşı kışkırtmalarla karışık bir çıkış yolu göstermeseler de öfkeli insanlara en azından bir adres sundular.

Stalinizmin yıkılmasının Batı Avrupa’da da işçi sınıfı üzerinde negatif sonuçlar bıraktı. Tüm olumsuzluklarına rağmen Stalinizim ayaktayken kapitalizme alternatif bir sistem mevcuttu ve kapitalizm sosyalizm karşısında ayakta kalabilmek için hiç yoksa çekirdek kapitalist ülkelerde yaşam standardını yüksek tutmak zorunda kaldı. Bu yüzden 89/90’daki kırılma işçi sınıfı aleyhine burjuvazinin tekrar atağa geçmek için kullandığı toptan bir yenilgiydi: 1990’lı yıllarda tüm “batılı” devletler genellikle büyük ölçekli olan posta, demiryolları, enerji vs. kurumların tümünü özleştirdi. İkinci adımda da bunların peşinden çalışma hakkı, sendika ve sözleşme düzenlemelerine saldırılar geldi. Bunların sonucunda yoksul ve zengin arasındaki fark aşırı şekilde açıldı. Örneğin, Almanya’da Federal İstatistik Dairesi’nin verilerine göre 1998 ile 2013 yılları arasında nüfusun en yoksul yarısının mülkü yüzde 2,9’dan yüzde 1’e, yani üçte iki oranında düştü. Aynı anda nüfusun en zengin yüzde 10’unun mülkü yaklaşık yüzde 7’den yüzde 51,9’a çıktı. 2008’deki ekonomik kriz hane halkının birçoğunun durumunu daha da kötüleştirdi. İşsizlik oranı AB bölgesinde bugün yüzde 10,2 düzeyinde. Fakat bunun ötesinde her geçen gün daha az çalışan, klasik, güvenceli ve sözleşmeye dayalı iş koşullarına dahil durumundalar.

İşçiler ortada bırakıldılar

Özellikle de genç insanlar işsizlikten ve düzensiz/güvencesiz çalışmadan mustaripler. Aynı şekilde aşırı sağcı partilere oy verenler de genellikle gençler.  Sağcılar, birçok ülkede bundan 25 yıl önce sosyal demokrasi tarafından doldurulan bir boşluğu dolduruyorlar. Sığ bir sosyal politikayla da olsa sosyal demokrat partiler en azından işçileri kendilerine bağlamak için uğraşırlardı. Avrupa sosyal demokrasisi gelinen noktada tamamen sermayenin bir fraksiyonunun çıkarlarını kollayan burjuva partilerine dönüştüler artık. Blair’ın “New Labour”undan  “Hartz IV” politikacısı Schröder’ın Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne; Fransa’da çalışma saatleri ve iş güvencesi düzenlemelerine büyük saldırılar yapan  Hollande’ın Sosyalist Partisi’ne kadar: özellikle de genç işçiler sosyal demokrasiyi sadece anti sosyal ve işçi düşmanı politikaları hayata geçirmesiyle tanıyor. Aynı zamanda sosyal demokrasi, sendikalar üzerindeki büyük etkisini kendi politikalarına karşı oluşan direnişleri kırmak için kullanıyor.

Avusturya’da bu durumun sonucunu çok net gözlemleyebiliyoruz. Artık ırkçı FPÖ’ye oy veren işçi sayısı sosyal demokrat SPÖ’ye oy verenlerinkinden daha fazla. Sadece bu kadar da değil:  Birçoğu son yıllarda hayata geçirdikleri kesintiler vs.den dolayı SPÖ ve diğer yerleşik partilerden nefret ediyor. Ayrıca bu partiler genel olarak çürümüş sistemle özleştiriliyor. Böylece FPÖ’nün, şu anda anketlerde görüldüğü gibi liderlerini iddialı hale gelmesini sağlamak için, provokatif söylemler kullanıp kendisinin  “diğerlerinden” ayrı olduğunu göstermekten başka bir şey yapması gerekmiyor. Son parlamento seçim afişlerinde asgari ücret ya da emekli maaşlarının yükseltilmesi gibi talepler yazan tek büyük partiydi FPÖ. Bu ona bir de “küçük insanların partisi” imajı kazandırdı.

Bölme zehri

Burjuva medyası aşırı sağın başarısını “korku yaratma”ya bağlamayı seviyor. Oysa insanların sosyal korkularını kullananlar genellikle kendileri. Popülist sağın insanların korkularına geçek çözümleri olduğundan değil, fakat ortada inandırıcı ve kitleler üzerine etki yapacak çözümler sunan başka partiler olmadığı sürece, sağcıların bu korkuları dile getirip insanların öfkelerini yöneltecekleri bir hedef göstermeleri yeterli oluyor.

İşte bu hedef genellikle azınlıklar oluyor. Irkçılar, ya “yabancılar”ın elimizden işimizi aldıklarını iddia ediyor ya da Macar Fidèsz’in Romanları kastettiği gibi çalışmadıklarını söylüyorlar. Bu ithamların doğru olup olmadığı sağcıları ilgilendirmiyor zaten, önemli olan onlar için sosyal çöküntüyle oluşmuş öfkeyi başka bir yöne çevirmek. Bunların neden olduğu zararlar ise devasa: Bu ırkçı zehir işçi sınıfının içine doğru öyle derin sızmış ki sınıf mücadelesinin önünde reel bir engel oluşturuyor. Örneğin işçilerin süpermarketin kasasında çalışan Polonya kökenli çalışma arkadaşlarını süpermarketin sahibinden daha fazla hor görmeleri, mücadele için zorunlu olan dayanışmayı ortadan kaldırıyor. Aşırı sağcı partiler kendilerini göstermeye çalıştıkları gibi “sistem karşıtları” değiller, bilakis bunlar sermayenin diktatörlüğünü ayakta tutmaya yarıyorlar.

Irkçılık sadece dayanışmayı ortadan kaldırmakla kalmıyor. Aşırı sağın etrafında, şiddet salan ırkçılar ve örgütlü neo Naziler cirit atıyor. Almanya’da artık neredeyse haftada bir mülteci kamplarına saldırılar yapılıyor, Macaristan’da köyler sürekli basılıyor, Britanyalı ırkçılar “Müslüman gibi görünen” kişileri dövüyor. Bunun arkasında sağcı popülist partilerin sürekli kışkırtmaları ve şiddete hazır olanların bu partilerin seçimlerde elde ettiği sonuçlarından dolayı kendilerini güçlü hissetmeleri var. Kendilerini, yaygın bir görüşü hayata geçirenler olarak görüyor ve gerçekten de başkalarının sadece konuşan, onların ise uygulayan olduklarına inanıyorlar.

Tüm bu popülist sağcı partilerin kendinden daha sağındakilerle bağları var: Gençlik örgütlerinde, medya portallerinde, sohbet masalarında ve her şeyden önce de kişisel temas sayesinde aralarında aktif bir alışveriş var. Güçlenen sağ popülist partiler, azınlıklar ve solcuların yaşamı için bir tehlike teşkil ediyor.

İktidardaki sağcılar

Bunlar ayrıca hükümet görevi üstlendikleri yerlerde de tehlikeler. FPÖ asgari ücretten vs. bahsediyor fakat izin verildiğinde diğer burjuva partilerinin uyguladıkları politikanın aynısını uyguluyor, sadece çoğunlukla daha saldırgan. 2000 ile 2006 yılları arasında Muhafazakar Parti’yle birlikte hükümeti kurduklarında FPÖ birçok şeyin yanında emekli maaşlarında kesinti yapmış ve federal çaptaki kamu mülkiyetindeki taşınmazları özelleştirmişti. O zamandan bugüne kalan şeylerde bir tanesi de, ırkçıların diğer burjuva partilerinden hiç farkları olmadığını gösteren yoğun yolsuzluktur. Britanya’nın UKIP’i için de durum benzer. UKIP, Brexit için kampanya yaparken, özellikle de şimdiye kadar AB için ödenen katkı payını bundan sonra çökmüş olan sağlık sistemine aktaracağı sözünü şimdilik duymak bile istemiyor. AfD sadece zenginlerin işine yarayan veraset vergisini ortadan kaldırma veya sınırlandırmış yüksek vergi dilimi talep etmekle neo liberal tahayyüllünü gizlemiyor en azından. Macaristan’da Fidèsz işsizlere zorla çalıştırma ve devamlı yeni kitle vergileri getirdi.

Bu politikalarda ırkçılık, diğer burjuva politikalarına nazaran daha kararlı bir şekilde hayata geçirildi: Mesela genel bir kesintiye gidildiğinde göçmenler için bu kesinti daha büyük oranda gerçekleşiyor. “Böl ve yönet” her zaman  muktedirlerin yöntemi oldu.

Polonya ve Maceristan’da PiS ve Fidèsz, burjuva demokrasisine karşı vurucu güçler olduklarını kanıtladılar. Basın özgürlüğüne saldırılardan Anayasa’da anti demokratik reformlara kadar ya da ister kamudaki personel değiştirme olsun isterse de o ülkelerde kapitalizm yıkıldıktan sonra kültür alanında  oluşmuş olan tüm ilerlemelerin kararlı bir şekilde üzerine gidiyorlar. Bunları kapitalist sisteme karşı olduklarından değil, bilakis burjuvazinin çıkarları doğrultusunda herhangi bir kriz durumunda otoriter devletin egemenliğini stabilize etmek için yapıyorlar.

Sağa karşı zafer, ama nasıl?

Sağa karşı mücadele bugün Avrupa solunun merkezi görevlerinden biridir.

Burjuva aşırı sağ uzmanları aşırı sağı genellikle eğitimsizlikle, “karizmatik” sağcı politikacılarla ya da yerel geleneklerle açıklamaya çalışıyorlar. Tüm bunlar oldukça yüzeysel  ve aşırı sağın son yıllardaki büyümesini açıklama gücünden yoksun.

Sağın yükselişi eski işçi partilerinin yıkılışının ardından gelir. Eski işçi partileri “güzel bir gelecek” için umut verirlerdi, her ne kadar ister sosyal demokratlar tarafından isterse de Stalinistler tarafından yapılmış olsun bu sadece bir vaat olarak kalıyorduysa da. Bugün işçi sınıfı hemen her yerde böyle partilerden yoksun halde. Ancak bu, aşırı sağ partilerin eski işçi partilerin mirasına yerleşmiş olduğu anlamına da gelmiyor. Bu partilerin üyelerinin arasında işçiler azınlıkta, “PEGİDA” gibi protestolarda daha çok hali vakti yerinde küçük burjuvalar yürüyor. İşçilerin bir kısmının bu partilere oy verdiği doğrudur. Fakat işçiler içlerine girip aktifleşmiyorlar -ki bu da sınıf düşmanı bu partilerin sosyal bağlarının ne kadar gevşek olduğunu gösterir. İşçilerin aşırı sağ partileri seçmelerine rağmen kendilerini yine de bunlarla neden özdeşleştirmediklerini güncel Fransa örneği gösteriyor: Çalışma hayatı ile ilgili reformlara karşı verilen en son protestoları nüfusun çoğunluğu, NF’yi destekleyenlerin de yüzde 72’si destekliyor. Partinin şefi Le Pen reformlara sadece açıktan desteğini açıklamakla kalmadı, çok daha net biçimde protestolara karşı da duruyor. Sınıf mücadeleleri, sağcıları gerçek renklerini belli etmeye zorluyor.

Bu yüzden sağa karşı verilen mücadelenin burjuvalar ve onların partilerinden bağımsız yürütülmesi çok önemli, çünkü onlar sınıf mücadelesi içerisinde karşı tarafta duruyorlar. Buna rağmen birçok sol sıkça “kötünün iyisi” mantığına saplanarak sağcıların zaferini engellemek maksadıyla liberal burjuva partilerini seçme çağrısında bulunuyorlar. Bu işe yaramaz, çünkü sağı güçlendiren tam da bu “kötünün iyisi” denilen partilerin politikalarıdır. Nitekim işçiler sağ partilere nadiren inanarak oy verirler, bilakis çoğunlukla iktidar partilerinin canını acıtmak için yaparlar. Onların bakış açısıyla onlar da “kötünün iyisini” seçerler ve bu mantık kendi içerisinde bir kısır döngü oluşturur.

Sağa karşı mücadele verilirken, inandırıcı bir alternatif sunularak bu kısır döngüden çıkış yolu gösterilebilmeli. Sağa karşı mücadele, ücret zamları, ucuz kira vs. için verilen mücadelelerle birlikte olmak zorunda.

Mücadeleci alternatif yaratmak

Bu mücadeleleri organize edip politik olarak ileriye taşımak için şu anda Avrupa’da artık mevcut olmayan işçi partilerine ihtiyacımız var. Sağcıların gücü en nihayetinde solcuların zayıflığıdır. O halde sosyalist, mücadeleci sendika yapılarının yeniden inşası ırkçılığa ve aşırı sağa karşı mücadelede belirleyicidir. Avusturya’da “Aufbruch” (Kalkış -ç.n.) projesi yeni bir işçi partisinin gelişmesi için en azından bir başlangıç noktası olabilir. Aufbruch’un nasıl gelişeceği konusunda birçok şey henüz belirsiz, fakat FPÖ’ye karşı verilen mücadelenin işçileri kazanmak için verilen mücadeleyle aynı olduğuna dair bir bilinç oluşmuş durumda. İşçiler arasında FPÖ henüz en güçlü parti olabilir, ama bunun nedeni işçi sınıfın en büyük kesiminin seçimlere katılım göstermemesidir. Bu kesimleri Aufbruch üzerinden ya da başka bir şekilde FPÖ’ye karşı ve de kapitalizmin ortaya çıkardığı tüm olumsuzluklara karşı mücadeleye çekebilmeyi başarırsak, FPÖ böyle bir darbeden sonra kendini bir daha doğrultamayabilir.

Bu sistem, egemenliğini ayakta tutmak için sağda bulunan partilere her geçen gün daha da bağlanıyor. Ekonomik kriz birçok kesimde antikapitalist bir ruh haline neden olan bir politik-ideolojik krizi de beraberinde getirdi. Bu kesimlerin çoğunda halen eksik olan şey, somut bir sistem alternatifidir. Sağın “düzen karşıtı” imajını sonsuza kadar kırıp ona bir alternatif sunmak solun görevidir: Bu alternatif de ancak sosyalizm olabilir.


https://www.slp.at/
Sosyalist Sol Parti (SLP) , CWI-Avusturya
Sozialistische LinksPartei (SLP),  CWI-Österreich

Previous post Direnişin Dansı: Capoeira |Newal TURUNCU  
Next post Ne Darbe ne Erdoğan! |SOSYALİST ALTERNATİF