Kürt Sorununda “Çözüm” Süreci
Üç Newroz ve iki yılın ardından çeşitli aşamalardan geçen Kürt sorununda “çözüm” süreci hükümet tarafından Haziran’a kadar şimdilik buzluğa konulmuş durumda. Buzluktan nasıl çıkacağı ve sonrasında ne olacağını da diğer toplumsal konularda olduğu gibi genel seçim sonuçları belirleyecek. AKP Kürt sorununu PKK’nin silahlı mücadeleyi sonlandırmasına indirgerken, çözüm sürecini de iktidarını sürdürme stratejisinin bir taktiği olarak kullanmaya çalışmakta. Ancak gelinen noktada Erdoğan bu süreç boyunca HDP’nin güçlenmesinin kendi politik ajandasını tehlikeye soktuğunu görerek frene bastı.
Haziran’da yapılacak genel seçimler, hükümetin Abdullah Öcalan üzerinden yürüttüğü görüşmeler süresince gerçekleşen seçimlerden üçüncüsü ve sonuncusu olacak. Bu yüzden son aylarda KCK temsilcileri hükümetin bir an önce somut adımların atması yönünde ısrar ediyorlardı. Sonunda 28 Şubat’ta içlerinde Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ve İçişleri Bakanı Efkan Âla’nın da bulunduğu hükümet heyeti ile İmralı Heyeti temsilcileri Dolmabahçe Sarayı’nda bir ortak bir açıklama yaparak Öcalan’ın PKK’ye Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi bırakmayı kararlaştıracak bir kongre toplaması çağrısı yapacağı mesajını ilettiler. Böylece sürece üçüncü bir göz işlevinde bir İzleme Komitesi’nin oluşturulması ve müzakerelere zemin olacak 10 maddeden oluşan ve Öcalan tarafından hazırlanan bir yol haritası taslağı üzerinde de anlaşıldığı deklare edildi. Bu, çözüm sürecinin bugüne kadar geldiği en yüksek aşamayı da ifade ediyordu.
Fakat Erdoğan, 14 Mart’ta bir toplantıda sarf ettiği “Şimdi varsa yoksa bakıyorsun Kürt sorunu. Kardeşim ne Kürt sorunu ya. Artık böyle bir şey yok” ifadeleri ile acil duruş frenini çekti. Ardından bu tutumunu defalarca tekrarlayarak ve gerek İzleme Heyeti’nin oluşturulmasını, gerekse de 10 maddenin deklere edildiği Dolmabahçe toplantısını yanlış bulduğunu ifade ederek süreci durdurdu.
Erdoğan’ın bu çıkışına rağmen Öcalan’ın mektubu 21 Martta Diyarbakır’da toplanan milyonu aşkın insanın önünde okundu ve öncekilere göre daha kısa olan mektupta Öcalan PKK’ye kongre çağrısında bulunurken Türkiye’ye karşı silahlı mücadelenin bırakılmasında ise 10 maddelik müzakere taslağına işaret etti. Ayrıca beklenenin aksine bu toplanmasını önerdiği kongre için herhangi bir tarih de belirtmedi.
Oyunun yeniden kurulması gerekmişti
Süreç iki sene önce yine Abdullah Öcalan’ın bir mektubunun Newroz’da okunması ve silahlı mücadelenin miadını doldurduğu ifadeleri ile duyurulmuştu. Fakat hükümet ile PKK temsilcileri sonradan ortaya çıkan gizli “Oslo görüşmelerinin” ardından “yeni sürece” gelene kadar Türkiye’de ve dünyada yeni nesnel koşulların oluşması gerekiyordu.
Oslo görüşmelerinin ardından 2011 yazından itibaren hükümet Kürt sorununda yeniden askeri yöntemlere döndü ve PKK’ye karşı yoğun ataklara geçti.
Özellikle sıradan askerlerin yetersiz olduğu söyleniyor ve yeni profesyonel özel harekat polislerinin PKK ile savaşta kullanılması tartışılıyordu. Yeni konseptin adı Sri Lanka Modeli idi. Bununla Sri Lanka devletinin oradaki Tamil halkının bağımsızlığı için mücadele eden Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları örgütünü 2009’da hayata geçirdiği “toptan imha” konsepti ile tamamen ortadan kaldırılmasını kast ediliyordu. Ayrıca legal alanda faaliyet gösteren birçok Kürt aktivisti ve politikacı tutuklanırken Abdullah Öcalan ile görüşmeler avukatları da dahil olmak üzere 2013 yılının başına kadar engellendi.
Bununla birlikte toplumda ayrışma her fırsatta dışa vururken ırkçılık da kendisini açıktan gösteriyordu. Buna en çarpıcı şekilde Van’da yaşanan depremin ardından tanık olundu. ATV sunucusu Müge Anlı’nın depremzedelere yönelik “… Allah da askerimize polisimize zeval vermesin. Onlara taş atanların da elleri kırılsın. Canımız istediğinde kuş avlar gibi taş atıyoruz. Dağlarda vuruyoruz. Sonra bir şey olunca da asker gelsin, polis gelsin diyoruz. Dengeleri kuralım. Zor günlerde canım cicim. Kuş avlar gibi avlamayalım bunları. O kadar kolay değil.
Herkes haddini bilecek…” şeklinde sarf ettiği sözlerle batıdan Van’a ulaşan yardım kolilerinde çerçöp, ırkçı ifadeler yazılı mesajlar ve Türk bayraklarının çıkması, hükümetin Kürt sorununa militarist yaklaşımının topluma nasıl yansıdığının bir başka göstergesi idi İlk başta belirgin darbeler alan PKK 2012 yazına doğru tekrar toparlanmaya ve üstünlüğü ele almaya başladığını gösteren eylemeler gerçekleştirdi. Öyle ki 2012 yazında PKK Hakkâri’nin Şemdinli ilçesini haftalarca kontrolü altına almıştı. Diğer yandan cezaevlerinde bulunun PKK’li tutsaklar o yılın Eylül ayından kısa süre sonra Türkiye’nin gündemine oturacak olan bir açlık grevi eylemini başlattılar. Bunun üzerin birçok yerde, yüzlerce tutsağın yaşamını ilgilendiren bu grevlerle dayanışma eylemleri gerçekleşti. Aralık ayının sonunda, Erdoğan’ın “İmralı ile görüşüyoruz” dedikten sonra İmralı’ya yapılan ilk ziyarette Öcalan’ın yaptığı çağrı, merkezinde Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridin olduğu bu grevleri durdurulabildi. Çözüm süreci de böylece başlamış oldu.
Öte yandan yeni bir görüşme süreci başlamadan önce dünya çapında da büyük sarsıntılar yaşanıyordu. 2011’de Tunus’tan başlayıp kısa zamanda Mısır ve Libya’ya yayılan devrim ve karşı devrimin iç içe olduğu dalga, kısa sürede Suriye’ye de ulaştı. Türkiye özellikle Suriye’de olaylar başladıktan sonra, Esad rejiminin devrilmesi ile birlikte bölgede emperyal bir güç olmak için adeta ellerini ovuşturuyordu. Öyle ki kısa sürede Türkiye bölgedeki gelişmelerin esas aktörlerinden olmaya başladı. Erdoğan, Beşşar Esad’e istifa çağrılarında bulunuyor, kırmızı çizgiler koyuyor ve mesele Türkiye ile Suriye arsında adeta bir savaş hali varmış gibi bir görünüm veriyordu. Türk hükümeti hiç vakit kaybetmeden o zamana kadar bir siyasi yapı formatı olmayan Suriyeli muhalif güçlere İstanbul’da toplantılar organize ederek siyasi örgütlenmelerine bizzat ön ayak oldu. Diğer taraftan da özellikle ABD’ye askeri bir müdahale için baskı yapıyordu.
Suriye’de meydana gelen durum Türkiye’de başka kaygılar da yaratıyordu. Türkiye’nin yeni kabusu Kürtlerin savaş sonunda Suriye’de Irak’ta olduğu gibi bir statü elde etme ihtimali olmuştu. Bu yüzden Türkiye bir “Kuzey Suriye’yi” engellemek için bir yandan Suriyeli Kürtlerin muhalefete katılımının önüne geçerken bir yandan da Esad’in bir an önce devrilmesi için acele ediyordu. Ne var ki savaşın uzaması ve Esad’in sanılanın aksine yenilmemesi birçok hesabı alt üst ederken Türkiye’nin korktuğunu başına getirdi. 2012’nin Temmuzunda Kürtler yaşadıkları bölge olan Rojava’yı kendi denetimleri altına aldılar. Ayrıca Kasım ayında ABD’deki başkanlık seçimlerini yine Obama’nın kazanması, Türkiye’nin arzuladığı ABD’nin Suriye’ye bir askeri müdahalesinin kısa vadede gerçekleşmeyeceğini de göstermişti.
Türkiye’nin emperyal politikalarının arkasında kuşkusuz bölgede stratejik bir güç olma ve dolayısıyla da bölgede enerji kaynaklarının kontrolünde söz sahibi olabilme arzusu yatıyor. Türkiye bunun için bölgede Sünni-Müslüman kartına oynuyor. Ayrıca yıllar içinde büyük oranda ekonomik ilişkiler geliştirilen ve petrolünün Türkiye üzerinden taşınması tartışılan Mesut Barzani yönetimindeki Irak Kürdistan’ı da tüm bu denklemin başka bir unsuru idi.
Bir tarafta Suriye’de Esad ile savaşın uzaması dolayısıyla Kürtlerin yeni statüsünün ifadesi olan Rojava; Irak Kürdistanı ile olan ilişkiler üzerinden Musul ve Kerkük petrollerine erişim çabaları, diğer tarafta ise PKK ile savaş hali: Tüm bu yeni nesnel koşulların oluşturduğu karmaşık denklem içerisinde AKP ve Erdoğan “çözüm sürecine” tekrar döndüler.
Kimse masayı deviren taraf olmak istemiyor
Genel hatları ile sürecin yol haritası karşılıklı çatışmasızlık, PKK’li gerillaların Türkiye sınırlarının dışına çekilmesi, hükümetin atacağı bazı demokratik adımlar ile sürecin resmiyet kazanmasının ardından müzakereye geçilip, PKK’nin silahı tamamen bırakıp siyasal hayata dahil olabilmesinin yasal koşullarının sağlanması biçiminde idi. Bu çerçevede PKK gerillaları Mayıs ayında Türkiye dışına çıkmaya başladılar. Aynı zamanda çeşitli aralıklarla Halkların Demokratik Kongresi’nin inisiyatifi ile çeşitli barış konferansları düzenlenerek, barışı alttan inşa edilmesi perspektifi ile çalışmalara başlandı.
Hükümet kanadında ise önce süreci tüm bölgelerde anlatılması için tanınmış sanatçı, aydın ve kişiliklerden oluşan “Akil İnsanlar Heyeti” kuruldu. Ardından Ekim ayında öncesinde çok propagandası yapılan fakat içeriği hayal kırıklığı yaratan “demokratikleşme paketi” açıklandı. Haziran başında tarihinin en büyük kendiliğinden ve uzun soluklu protestoları olan Gezi direnişini yaşamış olan AKP’nin demokratikleşme yönünde adımlar atmasını beklemenin saflık olacağı da böylece teyit edilmiş oldu.
Nitekim AKP’nin aynı süre içerisinde Kürt bölgelerinde bir yandan “kale-kol” tabir edilen karakollar yapması PKK tarafında kuşku ile karşılandı. 2 Temmuz’da hükümetin karakol yapımını protesto eden halkın üzerine askerlerce ateş açılması sonucunda bir gencin yaşamını yitirmesi güven bunalımını daha derinleştirdi. Sonunda Eylül ayında PKK tarafından yapılan bir açıklama ile hükümetin Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmaması nedeniyle gerillaların geri çekilişinin durdurulduğu duyuruldu.
Bütün bunlara rağmen hükümeti tekrar çözüm sürecine getiren koşullar değişmemiş, bilakis daha da keskinleşmeye devam etmişti. Ajandasında atlatması gereken üç seçim ve ülkede dolaşan Gezi hayaletine ek olarak, 17/25 Aralık’ta yolsuzlukların ifşa eden eski dost- yeni düşman Cemaat ile savaşması gereken nurtopu gibi yeni bir cephe açılmışken, AKP’nin çözüm sürecine hala ihtiyacı olduğu aşikârdı. Bu durumda bir taraftan hızla ete kemiğe bürünen Rojava’yı Suriye’deki cihatçı grupların eliyle bir şekilde boğmak isterken, diğer taraftan Türkiye’de çözüm sürecini zamana yayma taktiğini izledi.
Ancak PKK de benzer bir durumda buluyordu. Bir taraftan Türkiye’de HDP’nin bir Türkiye partisi olması için çabalarken, diğer taraftan AKP’yi bu oyalama taktiğine karşı baskı altında tutması gerekiyordu. Aynı zamanda tüm yoğunluğuyla Türkiye’nin etkisindeki Barzani’ye rağmen Rojava’nın inşasını sürdürürken aynı zamanda bölgeye yönelik askeri saldırıları püskürtme sorunu ile karşı karşıyaydı. İŞİD’in, Irak’ın büyük kentlerinden Musul’u ele geçirmesinin ardından Ezidi Kürtlerin yoğunlukta olduğu Şengal’e ve Rojava’ya saldırıları karşısında HPG gerillaları başat bir rol alırken, Türkiye’ye karşı çatışmasızlık sürecini bitirip tekrar silahlı mücadeleye başlamaları, şimdiye kadar elde edilen kazanımları tehlikeye atmak olurdu.
Türk ve Kürt işçi sınıfının birlikte mücadelesi için
AKP, iktidarı boyunca diğer birçok konuda olduğu gibi Kürt sorununa da iktidarda kalma stratejisi için taktiksel yaklaştığı çok acıkır. İktidarının ilk döneminde askeri vesayete karşı, gerek başka bir cephede savaşmamak, gerekse de ılımlı politikalarının yaratığı avantajlı atmosfer nedeni ile çeşitli taktiksel zikzaklar çizdi. Kâh Kürt sorunun kabul edip küçük reformlar gerçekleştirdi kâh eski söylemlere döndü. Siyasi çözümden yana olan tek parti algısı ile Kürt seçmenlerin oylarını garantide görürken bilhassa seçime yakın zamanlarda milliyetçilere uzandı. Öyle ki Erdoğan idamdan bahsetmekten dahi geri durmadı. Bir yandan havuç gösterirken diğer yandan sopa ile vurmaya çalıştı. Hiç kuşkusuz AKP bu taktik ile kendine çok yararlar sağladı. Bunun en iyi kanıtı 12 yıl kesintisiz iktidarını bugüne kadar sürdürüyor olmasıdır. Dolayısıyla şu an Kürt illerinde iki partiden biri olan AKP’nin Kürt seçmenlerin oyları olmadan tek başına iktidar olması mümkün değildir. Fakat KÖH (Kürt Özgürlük Hareketi) de Türkiye’ye karşı silahları bırakma stratejisinden ve buna bağlı olarak da çözüm sürecinden nitelikli kazanımlar elde etti. Her şeyden önce ve en önemlisi KÖH son on beş yıllık süreçte kitlesellik karakteri kazanarak bir halk hareketine döndü. Kürtlerin eşit haklar mücadelesi geri döndürülemez bir biçimde meşruiyet kazandı. Ayrıca her ne kadar önemli bir eşik olan anadilde eğitim meselesi henüz aşılmamış ise de devletin küçük parçalar halinde bile olsa vermek zorunda kaldığı ödünler Kürtlere uygulanan asimilasyon politikalarını büyük oranda iflas ettirdi.
PKK’nin Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi bırakma stratejisi ile bağlantılı oluşan tüm çatışmasızlık süreçleri işçi sınıfı mücadelesi için de rahatlatan bir etki yaptı. Herşeyden önce Türk ve Kürt emekçilerin birlikte mücadelesinin önündeki bariyerlerin belli bir oranda yıkılmasının koşulları oluştu. Buna 2010 Ankara’da 78 gün direnen TEKEL işçilerinin mücadelesi ve Gezi protestoları iyi birer örnektirler. 2013 Haziranında ortaya çıkan Gezi protestolarının en önemli özelliği, hemen hemen tüm muhalif kesimlerin aynı zamanda yan yana olması idi. Hiç kuşku yok ki bu durumun bir sene önce gerçekleşmesi mümkün olamazdı. Gezi’de sosyalistler ve Kürtlerin, Kemalistler ve kısmen milliyetçi sağcı unsurlar ile omuz omuza değil, fakat aynı meydanda aynı anda bulunmasını mümkün kılan çatışmasızlık süreci idi. Bir an Gezi süreci boyunca olası bir çatışma, asker ölümü Gezi’nin sonunu getirebilirdi. Hatta Gezi’de tersten bir durumla karşılaşıldı. Kürtlerin Diyarbakır, Van gibi illerde polise, askere taş atığı için “elleri kırılsın” denilen Kürt çocukları bu sefer neden sokağa çıkıp taş atmıyor diye eleştirildi. Ayrıca HDP mayasının tutması yine “çözüm” süreci ve çatışmasızlık hali ile mümkün olabildi.
Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığı oylar, bugün Türklerin de bir Kürt liderine/partisine oy verebileceğini kanıtladı.
7 Haziran genel seçimlerinde anti demokratik %10 barajını aşma mücadelesi veren ve Türkiye’deki halkların birlikte mücadelesi nosyonu ile yola çıkmış olan HDP’nin Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş bir demecinde “HDP’nin başarısı silahsızlanmayı kolaylaştıracak sürecin önünü açar” dedi. Demirtaş’ın bu doğru tespitini yine aynı bağlamda “silahsızlanma da Türk ve Kürt emekçi sınıflarının birlikte mücadelesinin önünü açar” şeklinde tamamlamak gerekir.
O yüzden barışı Türk, Kürt ve diğer tüm halkların barışı olarak buzluktan çıkarmak için yine Demirtaş’ın ifadesi ile egemenler barış istemese dahi, şu an fiilen sonlanmış olan silahlı mücadelenin tekrar başlatılmaması gerekir.
Öcalan’ın PKK’ye kongre çağrısında bulunurken Türkiye’ye karşı silahlı mücadelenin bırakılmasında işaret etti 10 maddelik müzakere taslağı
– Demokratik siyasetinin içeriği tartışılmalı.
– Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarını tartışmalıyız.
– Özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri.
– Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına ilişkin başlıklar.
– Çözüm sürecinin sosyo-ekonomik boyutları.
– Çözüm sürecinin yol açacağı yeni güvenlik yapısı.
– Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal güvenceleri neler olabilir?
– Kimlik tanımı, kavramına ilişkin eşit mekanizmaların geliştirilmesi.
– Demokratik cumhuriyet, ortak vatan, milletin demokratik ölçülerle tanımlanması.
– Bütün bu demokratik hamleleri içselleştirmeye yarayan yeni anayasa.
*Bu yazı Sosyalist Alternatif Dergisi’nin 1. Sayısından alınmıştır..