Erdoğan’ın zaferinden sonra Türkiye ve Sol’a düşen görevler

Views 216
Okuma Süresi7 Dakika

Nihat Halepli, 2 Haziran 2023

Türkiye tarihinin en önemli seçimleri olarak kabul edilen 14 ve 28 Mayıs seçimleri yapıldı. Sonuçlar, Kılıçdaroğlu’nun etrafındaki burjuva muhalefet bloğunun, Erdoğan rejiminin tüm büyük çelişkilerine ve zayıflığına rağmen, bu aşamada onu yenemeyeceğini gösterdi. 

Öte yandan, Emek ve Özgürlük İttifakı ( EÖİ) etrafındaki sol güçlerin önünde bazı önemli görevler var: rejime karşı direnişi örgütlemek ve ileriye dönük bir yol göstermek. Dahası, EÖİ aracılığıyla parlamentoya çok sayıda milletvekili sokmuş olan sosyalistler, bu yeni zorlu zamanlarda yeni bir kitlesel sosyalist siyasi gücün temellerini atmak için ilk adım olarak sosyalist bir parlamento grubunda birleşebilirler ve birleşmelidirler. 

AKP ve MHP etrafındaki rejim blokunu temsil eden Cumhur İttifakı, 14 Mayıs 2023’teki parlamento seçimlerinde 323 sandalye ile 600 sandalyeli parlamentoda çoğunluğu kazandı. Erdoğan, 28 Mayıs’ta yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunu %52,18 ile kazandı. Böylece her açıdan hasta olan rejim, iktidarını bir dönem daha uzatmış oldu. 

Muhalefetteki Millet İttifakı Erdoğan’ı yenebileceğine dair güçlü bir inanca sahipti. Bu da halkın bir kısmında yüksek beklentiler yaratmıştı. Dolayısıyla bu sonuç büyük bir hayal kırıklığı ve moral bozukluğuna neden oldu. Seçim öncesi iyimser beklentiler pek çok kişi tarafından haklı olarak sorgulandı. İlk turun ardından oyların çalındığı yönündeki tartışmalar, muhalefet partilerinin ikinci turda oyların çalınmasını önlemek için gerekli tedbirleri aldığı varsayımıyla çözülmüş olsa da, tüm sandıkların yakından takip edilip edilemediği konusunda şüpheler devam ediyor. 

Mevcut rejimin yozlaşmış ve anti-demokratik yapısının, oylara hile karıştırmak için ellerinden geleni yaptıklarına dair hiçbir şüphe bırakmadığı açıktır. Ancak, toplu oy hırsızlığına dair somut bir kanıt olmadığı sürece, tüm değerlendirmeler eldeki verilere dayanılarak yapılmak zorundadır. 

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tur sonuçları, burjuva muhalefet bloğunun adayı Kılıçdaroğlu’nun Kürt illerinin ezici çoğunluğunda (17 ilin 14’ünde) kazandığını ve İstanbul (16 milyon – toplam nüfusun yaklaşık yüzde 20’si), Ankara (5 milyon), İzmir (4,5 milyon) ve Antalya (2,5 milyon) gibi Türkiye’nin en yoğun nüfuslu illerinde birinci olduğunu gösteriyor. Erdoğan ise ağırlıklı olarak İç Anadolu ve Karadeniz bölgelerinde destek buldu. 

Kılıçdaroğlu daha seküler iller tarafından desteklenirken, Erdoğan daha muhafazakâr iller tarafından desteklendi. 

İstanbul’da ortalama kiranın halihazırda 10.000 TL’nin ve asgari ücretin üzerinde olduğu düşünüldüğünde, Kılıçdaroğlu’nun hayat pahalılığının belirgin bir şekilde hissedildiği kalabalık şehirlerde birinci olması, ekonominin durumunun bu seçimlerde rol oynasa da yine de belirleyici faktör olmadığını gösteriyor. Taşra ve küçük şehirlerdeki ekonomik koşulların büyük şehirlerdeki kadar ağır olmadığını da not etmek gerekir. 

Seçim sonuçlarının teyit ettiği bir başka gerçek de Türkiye toplumunun güçlü bir şekilde kutuplaşmış olduğudur. Türkiye genelinde iki aday arasındaki fark yüzde 4,3 iken, iki adaydan birinin yüzde 60 ve hatta daha fazla oyla önde olduğu pek çok il bulunmaktadır.

Muhalefet nasıl kaybetti?

Burjuva muhalefet bloğunun temel ‘programı’ enflasyon, Türk lirasının değer kaybı ve artan yoksulluk sorunlarını çözmek için ortodoks burjuva politikalarına geri dönmekti. Kılıçdaroğlu iktidara gelirse bağımsız bir merkez bankası vaat etti, bu da faiz oranını yükseltmek anlamına geliyor. Erdoğan ise faiz oranlarını düşük tutarak ekonomik büyüme politikası izliyor. Bu şekilde, nispeten düşük bir işsizlik oranı ile “kontrol edilebilir” bir yoksulluk seviyesini korumaya çalışıyor. 

Muhalefetin önerilerinin halk katmanlarına ikna edici gelmemesi, bazı seçmenlerin ekonomik sorunları “piyasa güçlerinin” karar vermesine izin vermek yerine siyasi müdahale yoluyla çözme umuduyla “güçlü” bir lider tercih etmesine neden oldu. Erdoğan’ın ekonomideki sorunların “dış müdahale” olduğu yönündeki propagandasının etkili olduğu açıktır. 

Dahası, seçimlerde belirleyici faktörlerin milliyetçilik ve muhafazakârlık ile laiklik arasındaki kutuplaşma olduğu da ortadadır. 

Milliyetçilik, kampanya sürecinde rejimin ana politikasıydı. Buna “güçlü devlet” propagandası eşlik etti ve Türk donanması için Türkiye’de inşa edilen ilk uçak gemisi, ülkede tasarlanan ve üretilen ilk otomobil, Karadeniz’de doğal gaz çıkarılması gibi konular vurgulandı.  Erdoğan, HDP’nin Kılıçdaroğlu’na verdiği destek nedeniyle muhalefet bloğunu terörle işbirliği yapmakla suçladı. Bu iftiralar arasında Kılıçdaroğlu’nun PKK gerillalarına seslendiği iddia edilen sahte videoların gösterilmesi bile vardı. 

Muhalefet bloğu bu tuzağa düştü ve Erdoğan’ın belirlediği zeminde kampanya yürüterek her seferinde Erdoğan’dan daha milliyetçi olduklarını kanıtlamaya çalıştı. Böylece Erdoğan’ın dikkatleri ekonomik sorunlardan milliyetçiliğe yöneltme taktiği başarılı oldu. 

Ne özgür ne de adil

Türkiye’de seçimler uzun zamandır ne özgür ne de adil. Bir yanda yargı da dahil olmak üzere tüm kurumlarıyla devlet, diğer yanda muhalefet arasında eşitsiz bir mücadele var. Rejim yeniden seçilebilmek için tüm devlet olanaklarını kelimenin en geniş anlamıyla kullanıyor. Örneğin bu seçimlerde, aynı zamanda milletvekili adayı olan tüm bakanlar, yasalara göre yapmaları gerektiği gibi seçim öncesi dönemde görevlerinden istifa etmedi, bunun yerine makamlarının tüm kaynaklarını kampanyaları için kullandı. 

Ana akım medyanın neredeyse tamamı rejimin kontrolü altındadır. Bu, sadece rejimin kitlelere ulaşma konusunda muhalefet bloğuna karşı avantajlı olmasından dolayı değil, özellikle rejimin sınırsız yalan ve iftira kampanyalarını yayma aracı olduğu için önemli ve belirleyici bir faktör oldu.

Emek ve Özgürlük İttifakı’nın hataları

Aslında rejimin ömrünü uzatan şey, kitlelerin gerçek sorunlarına sınıfsal bir perspektiften yaklaşan kitlesel bir sosyalist gücün yokluğudur. Bunun Erdoğan rejiminin zaferinden ziyade burjuva muhalefet bloğunun yenilgisi olduğunu söylemek daha doğrudur.

Emek ve Özgürlük İttifakı iki temel hata yapmıştır. Birincisi, cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda kendi adayını çıkarmadı ve ikincisi, Kılıçdaroğlu’na oy verme çağrısını o kadar eleştirel olmayan bir şekilde ifade etti ki, neredeyse siyasi bir onay olarak algılandı. 

Bu hatalar ile EÖİ, ülkenin en kritik seçimlerinde, işçi sınıfının tüm duyularının açık olduğu bir dönemde, bağımsız bir siyasi ve ideolojik çizgi ile kitlelere ulaşma fırsatını değerlendiremedi. 

Tüm eksikliklere rağmen bu seçimler böyle bir gücün inşası için önemli fırsatlar sunabilecek sonuçlar da üretti. Seçimlerde Emek ve Özgürlük İttifakı 66 parlamenter sandalye kazandı. Bu sayıya, HDP/YSP listesinde yer alan bazı küçük sosyalist partilerin seçilmiş milletvekillerinin yanı sıra Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) 4 milletvekili de dahildir. TİP, EÖİ’nin bir parçasıydı ancak kendi adıyla seçime girdi ve oyların %1,73’ünü kazandı.

Sosyalist bir parlamento grubu – kaybedilmemesi gereken bir fırsat

Emek ve Özgürlük İttifakı kurulurken, ittifakı oluşturan partiler bu ittifakın seçimlerle sınırlı olmadığını, 14 Mayıs’tan sonra da devam edeceğini her zaman vurgulamışlardır. Seçimler öncesinde HDP/YSP ve TİP arasında ortak mı yoksa ayrı listelerle mi seçime girilmesi gerektiği konusunda yapılan tartışmalarda, ortak liste ya da partiden ziyade öncelikle bir seçim ittifakı kurulması yönünde bir sonuç ortaya çıkmıştır. 

Rejimin saldırılarına karşı direnişi örgütlemek, aynı zamanda propaganda savaşına karşı koymak ve Türkiye için farklı bir alternatife işaret etmek gibi temel görevler EÖİ’ye düşmektedir. Ülke çapında oluşan profilini ve seçilmiş pozisyonlarını, hareketleri ve sendikaları koordine etmek, medyanın yalanlarına karşı koymak ve yerel olarak öfkeyi Sol’a yönlendirmek için kullanması gerekiyor.

Bunun için önünde bazı somut görevler duruyor. Hareketi inşa etmenin yanı sıra, EÖİ içinde farklı güçler arasında var olan ortak bir zemine dayalı sosyalist bir ittifak inşa etmenin nesnel koşulları mevcuttur. Başlangıçta, tüm konularda değil, yalnızca bazı ana politikalar üzerinde anlaşma sağlanabileceği aşikardır.

Bu durum parlamentoda bir “sosyalist grup” oluşturulmasına yol verebilir.

TBMM’de bir grup oluşturmak için en az 20 milletvekilinin olması gerekiyor. Seçim sonuçlarına göre TİP 4, EMEP 2 ve TÖP 1 milletvekili çıkarmıştır (son ikisi HDP/YSP listelerinde yer alan daha küçük sosyalist partilerdir). HDP’nin bileşeni olan diğer sosyalist partilerden seçilen milletvekillerini de eklersek, toplamda 20’den fazla sosyalist milletvekilinden söz edebiliriz. Bu da HDP meclis grubunun yanı sıra, açıkça sosyalist olan ve içinde HDP’lilerin de olduğu ikinci bir grubun oluşması ihtimalini doğuruyor. Bu koalisyon başlangıçta sadece parlamenter bir koalisyon olabilir, ancak sınıf mücadelesindeki gelişmelere bağlı olarak sahada da bir birleşik cephe koalisyonuna dönüşebilir.

Parlamento grubu, parlamento komisyonlarına üye göndermek ve ekstra konuşma hakları gibi birçok avantaja sahip olduğundan, parlamento bu şekilde işçi sınıfının sesini temsil etmek için daha etkili bir şekilde kullanılabilir. 

Öte yandan, Türkiye çapında bir parti olma hedefiyle kurulan HDP’nin terörle ilişkilendirilerek kolayca saldırıya uğradığı ve bunun Kürt illeri dışındaki işçi sınıfına ulaşmasının önünde büyük bir engel oluşturduğu son sekiz yılda açıkça ortaya çıkmıştır. Erdoğan rejiminin önümüzdeki dönemde Hüda-Par (Hizbullah bağlantılı Kürt partisi) üzerinden Kürt hareketini bölmek için ciddi girişimlerde bulunacağı düşünüldüğünde, esas olarak Kürt işçi sınıfına ve yoksul köylülere dayanan HDP’nin Kürtlerin demokratik hak taleplerini Türkiye işçi sınıfının tamamının sınıfsal talepleriyle birleştiren bir perspektifle Kürdistan’a daha fazla odaklanması daha doğru bir strateji gibi görünüyor. Sosyalist solun görevi ise Kürt nüfusun talep ve haklarını yükseltmek ve böylece ulusal (ya da diğer durumlarda dinsel) kökenden bağımsız olarak Türkiye işçi sınıfının tüm kesimleri arasında sınıfsal birliğin zeminini hazırlamaktır.

Bu seçimler, kitlelerin krize otomatik bir tepki vermediğinin çok açık bir örneği oldu. Kriz otomatik olarak sola yönelişe ya da rejim değişikliğine yol açmaz.

Güçlü bir sol bloğun olmaması, işçi sınıfının bazı kesimlerini ehven-i şer arasında bir seçim yapmak zorunda bıraktı. Önemli sayıda insan muhalefete oy verirken, hatta burunlarını turarak, diğer kesimler açıkça “güçlü” bir lider etrafında toplanmayı tercih etti ve “istikrar” için oy verdi. 

Bu gerçekle yüz yüze kalan HDP/YSP, TİP ve diğer sol güçler, parlamentodaki çalışma ile parlamento dışındaki hareket arasında güçlü bir bağ kurmanın yolunu bulmak gibi zor bir görevle karşı karşıyadır. Bunun bilinciyle tüm sekter yaklaşımlardan kaçınarak birleşik bir cephenin temellerini atma sorumluluğuyla hareket zorundalar. Böyle bir birleşik cephe, Türkiye işçi sınıfının içinden geçmekte olduğu karanlık günlerde bir ışık olabilir.

Previous post Turkey is heading for a second round with Erdogan having an advantage
Next post Turkey after Erdogan’s victory and the tasks for the Left