KÜRT SORUNUNDA YENİ “SÜREÇ” VE SOSYALİST TUTUM

Views 510
Okuma Süresi6 Dakika

21 Mart’ta A. Öcalan tarafından  “silahlı mücadele” döneminin sona erdiğinin açıklanmasından sonra, PKK nin 23 Nisan’da ateşkes ilan etmesi ve en son olarak gerillanın 8 Mayıs’tan itibaren Türkiye’den çekilmeye başlamasıyla, Kürt sorununda yeni bir sürecin reel bir olgu olduğu konusunda kuşkuya yer bırakmıyor.

10 Mayıs 2013

PKK’nin 1993’ten beri silahlı mücadeleden siyasi mücadeleye geçme stratejisi biliniyor. Buna göre silahlı mücadele belli bir aşamadan sonra kimsenin kimseyi yenemediği bir pat çıkmazına girdi. PKK’ye göre Türkiye’nin asimilasyon politikalarından kaynaklı inkar politikası iflas etmiştir. Bu yüzden taleplerini Kürtlerin uluslaşma süreci için can alıcı faktör olarak gördükleri anadilde eğitim; Kürt kimliğinin bir şekilde anayasal güvenceye alınması gibi minimal talepler karşılığında silahlı mücadeleye son verip mücadeleyi „siyasal“ (silahlı olmayan) zeminde sürdürmek şeklinde özetlenebilecek bir stratejiden yola çıkıyor.

PKK’nin, sürecin ilk aşamasında tek taraflı adımlar atmasının arkasında yatan nedenler, bir taraftan, silahlı mücadele yönteminin varmış olduğu çıkmaz ve olumsuz sonuçları; silahlı mücadeleye karşı oluşan toplumsal baskıdır. Öte taraftan ama gerek bölgedeki dengelerden kaynaklı, gerekse de yaşadıkları her parçada Kürtlerin belli bir ulusal bilince ulaşmaları; Türkiye’deki Kürt Hareketinin kitleselleşip bir „halk hareketi“ karakterine dönüşmesinden kaynaklı PKK’de oluşan öz güven ile hareket ediyor.

Bu yeni „süreç“ Türkiye ve bütün bölgedeki önemli tarihsel gelişimlerin esnasında  gerçekleşiyor. Hükümetin de altı ay önceki tutumundan tamamen yeni bir strateji ile “çözüm” sürecini başlatmasında önemli bazı faktörler şunlardır:

“Oslo” süreci olarak adlandırılan Hükümet ile PKK arasında gerçekleştirilen gizli müzakerelerin kesintiye uğramasından sonra, AKP Hükümeti’nin Kürt sorununu askeri yöntemlerle çözmeye çalışmasının ardından, PKK’yi askeri yöntemlerle yenemeyeceğini kabul etmesi. Resmi rakamlarla sadece son üç yılda çatışmaların 3000 insanın hayatına mal olduğundan bahsediliyor.

Suriye’deki durum her şeyi değiştirdi. AKP Hükümeti ve kapitalist sınıf kendi hegemonyal ve ekonomik çıkarları için Suriye’deki muhalefetin hızlı bir zaferini umdular. Öyle ki Suriye’ye karşı bir savaşı bile göze almaya hazırlardı. Bölgedeki güç dengelerine baktığımızda, bir tarafta İran, Suriye’nin Asad rejimi, Şii’lerin baskın olduğu Irak hükümeti ve Lübnan’daki Hizbullah’tan oluşan Şii-İslam bloğu; diğer tarafta Katar, Suudi Arabistan, Türkiye’den oluşan ve bunlara Irak Kürdistan’nın da aslında dahil olduğu Sunni-İslam bloğu. 2012 yazında PKK’nin kardeş örgütü PYD’nin güçlü olduğu Suriye’nin Kürt bölgelerinde kontrolün Kürtler’in eline geçmesinden sonra, kendi içinde 30 yıldır PKK’ye karşı savaşan Türkiye’nin stratejik durumu bir düğüme dönüştü.

Üçüncü bir faktör Irak’ın durumudur. Kuzeydeki Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Irak merkez yönetimi arasındaki uzlaşmaz çatışmadan kaynaklı, Kürtler’in her an bağımsızlığını ilan edip Irak’tan ayrılmaları gündemde. Kürdistan Bölgesi’nin en önemli ticaret partneri Türkiye. Türk hükümetinin ve sermaye sınıfının özellikle Kerkük ve Musul ve genel olarak bölgedeki enerji kaynakları açısında önemli stratejik çıkarları söz konusu.

Bir diğer faktör, Erdoğan’ın iktidarda kalma ajandası ile ilgili. Türkiye’de önümüzdeki üç yılda üç seçim olacak, artı belki yeni anayasa için bir referandum. Ayrıca Erdoğan olası bir başkanlık sistemiyle iktidarını en az 2023 kadar (2071’e kadar olmasa da) korumayı planlıyor.

Hükümetin arkasındaki sermaye sınıfının, kapitalizmin küresel çapta krizde olduğu bir zamanda “normalleşme” ile birlikte yeni yatırım ve pazar alanları, ucuz iş gücü sömürü imkanları için umutları da bir başka faktör. Şimdiden ellerini ovuşturmaya başladırlar.

Sol ne yapmalı?

Soyalistler ulusal sorunu ele alırken, ayrılma hakkı da dahil olmak üzere ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunurlar ve bunu sınıf birliği perspektifiyle yaparlar. Yaklaşık 30 yıldır süren savaş sadece 50 bin insanın hayatına mal olmadı. Aynı zamanda Türkiye emekçi sınıfının, özellikle de Türk ve Kürt emekçi sınıfının birliğini zayıflattı. Her iki taraf arsındaki köprü büyük bir oranda yıkıldı. Tekel mücadelesi gibi önemli direnişlerde gördüğümüz emekçilerin sınıf birliğinin politik zeminde de sağlanması karmaşıklaştı.  Sürece, bazı sol grupların yaptığı gibi toptan karşı çıkıp reddetmek emekçi kitleler nezdinde hem savaşın devamını istemek anlamına gelecek. Hem de emekçi sınıfların birliğini sorununu daha da zorlaştıracaktır.

Sosyalistlerin bu gibi, bazen ilk bakışta karmaşık görülen ve nisbeten de öyle olan durumlarda pusulasını oluşturan diğer bir olgu da ‘insanlık tarihinin, hakim sınıfla ezilen sınıfın çatışmasının tarihi’  olduğu ve bunun ‘bazen açık, bazen kapalı’ sürdüğünü, fakat hiçbir zaman durmadığıdır. AKP Türkiye’deki hakim sınıfın, yani sermayedarların, milyonerlerin ve büyük şirketlerin partisidir. Hatta onların çıkarlarını şimdiye kadar daha iyi temsil eden bir başka bir parti yoktur. AKP ver Erdoğan hükümetinin başlattığı bu süreci, olduğu gibi desteklemek saflıktır. Onun da ötesinde, bu yaklaşım, kapitalist sınıfı temsil eden bütün partilerin politikaları gibi bu sürecin de üst sınıfın yani kapitalist sınıfın emekçi sınıflara karşı sınıf mücadelesinin bir parçası olduğu gerçeğini bir kenara itmektir. “Erdoğan ve hükümeti bu sorunu çözmek istiyor; bunun sonucunda Türkiye demokratikleşecek; milliyetçiler bu sürece karşı, o halde süreç başarıya ulaşsın diye hükümete basınç uygulamamalıyız” yaklaşımı bu yüzden tamamen yanlıştır. Tam tersi,  gerçek demokrasiye yani ‘sosyalist demokrasiye’ giden yolun uzaklığını ve yakınlığını belirleyecek olan, emekçi sınıflarının bu süreci kendi lehlerine çevirmek için uygulayacakları basıncın şiddeti ve başarısı olacaktır.

Sosyalistlerin politikalarının diğer bir belirleyeni de ‘somut durumun somut tahlilidir’ kuşkusuz. Sol nesnel koşullardaki değişimi yok saymamalarıdır. En başta belirttiğimiz gibi Kürt sorunu Türkiye’deki her şeyi direk etkileyen devasa bir olgudur ve burada niteliksel bir dönüşüm gözlemleniyor. Bu da, solun bu gerçekliği kabul ederek,  ona göre politikalarını ve taleplerini oluşturmasını gerektiriyor. Yani, bir mevsimden diğer bir mevsime geçildiğini fark etmemenin kötü sonuçları olacağı muhakak.

Emekçi sınıfının birliği için geniş çaplı bir “barış” kampanyası

İşte yukarda belirttmeye çalıştığımız noktadan, sosyalist sol, pasif seyirci pozisyonunun dışına çıkıp, sınıf mücadelesi perspektifinden yola çıkarak bağımsız bir pozisyon belirleyip bunu pratiğe geçirmelidir. “Barış” “süreç” “demokratikleşme” gibi terimlere sosyalistler kapitalistlerin anladığı anlamda değil, bilakis kendi anlamlarını yükleyip harekete geçmeli.  Bu süreci Türkiye emekçi sınıfının ve Kürt ulusal mücadelesinin birlikte mücadelesi lehine çevirmelidir.

İlk adım olarak, KESK, DİSK, BDP, HDK gibi büyük yapıların çağrısıyla, kapitalist ve onların cankurtaranları faşist partilerin dışında bütün grupların katılabileceği bir “barış konferansı” düzenlenmeli. Bu konferansta amaç, tek tek grupların kendi politik çalışmalarına ek olarak, geniş kapsamlı bir birliktelik yakalanılarak Türkiye çapında uzun vadeye de yayılabilecek bir “barış kampanyası” geliştirilmesi olmalıdır. “Barış” terimine burada, Kürtlerin demokratik hak mücadelesinin kapitalist sistem ve onun temsilcisi AKP hükümeti ile barışı olarak değil, ‘emekçi sınıfların barışı’ anlamı yüklenmelidir.

Böyle bir konferansta esas olarak hedef, böyle bir kampanyanın içeriğinin Kürtlerin bütün demokratik haklarıyla, terör yasalarının kaldırılmasından, anti demokratik siyasi partiler yasasının kaldırılması; gösteri ve yürüyüş hakkına; düşünce ifade hakkından sendika ve grev hakkına kadar geniş kapsamlı ve demokratik haklar mücadelesi ile sosyal (sınıfsal) mücadeleyi bir birine ilikleyebilecek talepler ile doldurulması olmalıdır.

Böyle bir  “barış kampanyası” ile en başta Kürtlerin demokratik hak taleplerinin sistem karşısında elini güçlendirerek hükümetin bir kaç ödün vererek bu işten sıyrılmasının önüne geçilebilinir. Bu da aynı şekilde dinamik Kürt hareketinin sisteme kayıp erimesindense büyük bir kısmının, her durumda, sınıfsal mücadeleye kanalize olmasının önünü açabilir. Diğer taraftan böyle bir konferansın ardından oluşacak bir barış kampanyası ile kronikleşmiş olan Türkiye’deki antikapitalist güçlerin dağınıklık hastalığına karşın, geniş çaplı bir araya geliş sağlanmış olacaktır.

Kapitalizmin dünya çapındaki krizinin Türkiye’yi er ya da, geç bugün ki göreli istikrara rağmen etkileyeceği kesindir.  Böyle bir kampanya, bu krizin sonuçlarına karşı ileride kendisini belirgin olarak gösterecek olan emekçi mücadelesiyle birleşmesi sonucunda büyük bir sosyal harekete evirilebilecek bir potansiyele sahip olacaktır.

Ayrıca böyle bir kampanyanın içerdiği talepler kapitalist sistemin sınırlarına dayanacaktır. Egemen sınıfın buna karşı tutum alacak ve kitleler bu çatışma süreci içinde, esas sorunun kapitalist sistemin kendisi olduğu tecrübesine varacaklardır. Böyle bir süreç, emekçi sınıfın, kapitalizmi yıkıp sosyalist bir demokrasiyi inşa etmek için gerekli en temel faktör olan sınıf bilincinin  oluşmasında katalizatör görevi görecektir.

Previous post Pakistan: Sürekli Tehdit Altında Yaşam
Next post Grev: THY Çalışanları Direnişi Sürüyor