*Bu yazı SOSYALİST ALTERNATİF dergisinin son sayısında yayınlanmıştır.
Türkiye, büyük bir alt üst oluşun potansiyelini içinde barındıran politik bir krizin içerisinde bulunuyor. “Yönetenlerin eskisi gibi yönetme” koşullarının her geçen gün biraz daha ortadan kalktığı nesnel bir durum söz konusu.
Bu krizin tam merkezinde hiç kuşkusuz her şeyin tek belirleyeni olma hedefinin son eşiğini henüz aşamamış olan Erdoğan bulunuyor. Bir tarafta tüm gücü elinde bulundurmak için gemileri yakmış ve geri dönme imkanı olmayan Erdoğan, diğer taraftan çaresiz iflasa sürüklenmekte olan AKP dahil tüm sistem partileri bulunmaktadır.
Yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği bir durum gelip çattığında bu alt üst oluşun ne yönde olacağını ise, bugünden inşa edilmesi gereken güçlü bir alternatifin ortaya çıkıp çıkmaması belirleyecektir. Sadece Türkiye halklarının çıkarlarını sınıf temeli üzerinde birleştirecek bir güç gerçek bir çıkış yolu ve alternatif sunabilir.
AKP ve Erdoğan Haziran seçimlerinde tarihi bir yenilgi almalarının ardından ülkede korku, tedirginlik ve baskı içeren bir taktikle yenilettikleri Kasım seçimleriyle bu yenilgiyi telafi etmek istediler. Temmuz ayında PKK kamplarına düzenledikleri hava saldırılarıyla birlikte var olan kaotik duruma getirecek olan Kürtlere karşı savaşı fiili olarak başlattılar. İlk başlarda çatışmalarda hayatını kaybeden asker cenazelerinde tepkiler çok belirgin bir şekilde kendilerine karşı yönelmiş olsa da Erdoğan ve hükümet kısa sürede rüzgarın yönü çevirebildiler. Asker cenazelerinde hükümete “daha düne kadar çözüm diyordunuz ne oldu da şimdi savaş diyorsunuz” biçimindeki tepkiler 6-8 Eylül’de Türkiye’nin Batı illerindeki Kürtlere karşı “teröre tepki” adı altında gerçekleşen ırkçı saldırılara dönüştü ve hükümet lehinde değişiverdi. AKP’nin ve Erdoğan’ın seçim öncesi temel özü “bize oy vermezseniz Türkiye’de kaos olur, bombalar patlar, insanlar ölür” olan propagandaları tuttu ve AKP tekrar tek başına iktidar olmak için yeterli çoğunluğu elde etti.
De facto diktatörlükten yasal diktatörlüğe
Erdoğan kendi bağımsız politik gündemi doğrultusunda yargı, medya gibi alanlara doğrudan müdahale ederek bir kapitalist burjuva demokrasisi çerçevesini çoktan aşmış, de facto bir diktatörlük yaratmıştır. Başkanlık sistemine geçiş ise bu diktatörlüğün yasal hale gelmesini ifade ediyor kuşkusuz.
Parlamento 7 Haziran’dan bu yana işlevsiz, hükümet ise sadece formel olarak yürütmedir. Hali hazırda tüm politik rotayı belirleyen ve uygulatan Erdoğan’dır. Savcılar elleri önlerinde iliklenmiş halde Erdoğan’ın emirlerini takip ederken, hakimler onun istediği yönde kararlar çıkarıyor. Erdoğan artık istediklerini yaptırmak için dolaylı bir dili kullanma ihtiyacı bile duymadan açıktan ifadeler kullanıyor. Kendisine uymayan kararlar çıktığında, bu Anayasa Mahkemesi’nin kararı bile olsa “saygı duymadığını, tanımadığını ve uymayacağını” söylemekten çekinmiyor. Onun isteği doğrultusunda televizyon kanalları, gazeteler kapatılıyor, kendisine muhalif holdinglere el koyuyor. Kendisi gibi düşünmeyen ve eleştiren gazeteci, akademisyen, öğrenci kim varsa hapse attırıyor.
Muhaliflerine karşı en çok kullandığı kelimelerin başında “alçak, hain, cahil” gelirken, “Erdoğan’a hakaretten” Mart ayı başında 1845 kişiye dava açılmış durumda. Savaş karşıtı yürüyüş, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, Newroz gibi etkinlikleri yasaklayarak en ufak bir yürüyüş ve gösteri polis copu, biber gazı, plastik mermiler ve TOMA’ların kullanıldığı polis şiddeti ile dağıtılıyor.
Temmuz’dan bu yana Kürtlere karşı başlatılan savaş bir iç savaş boyutunda yaşanıyor. Sokağa çıkma yasağı ilan edilen ilçelerde devlet en son teknolojiyle donatılmış her türlü ağır silahlarla kentleri harabeye çevirmiş halde. En son Şubat ayında 3 apartmanın bodrum katına sığınan sivil ve yaralılardan oluşan 200 civarından insan bizzat devlet güçleri tarafından yakılarak katledildi. Sırf Ankara’da 5 ay içerisinde 200 civarında insanın hayatını kaybettiği 3 bombalı saldırı meydana geldi. Haziran seçimleri öncesi HDP’nin Adana ve Mersin büroları ile Diyarbakır mitingine yapılan bombalı saldırılar, ardından da Temmuz ayında Suruç’ta 30’un üzerinde sosyalist gencin katledilmeleriyle birlikte tam bir katliamlar ülkesi haline gelmiş durumda Türkiye.
Toplumun hemen her kesiminde Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçmek için nasıl bir taktik uygulayacağı ve bir sonraki hamlesinin ne olacağıyla ilgili tedirginlik, kaygı ve korku hali hakim. Belirsizlikler içerisinde herkesi genel olarak bir bekleme hali almış durumda. Tüm gelişmeler ise Türkiye’de kısa süre içerisinde oluşacak bir “politik istikrarın” şartlarının çoktan ortadan kalktığını ve krizin her koşulda derinleşerek devam edeceğini gösteriyor.
Anayasa
Her ne kadar AKP tek başına hükümet kurma çoğunluğuna erişebildiyse de bir Anayasa taslağını parlamentodan geçirip referanduma götürecek 330 sandalyeye sahip değil. Yeni Anayasa ise Erdoğan’ın tüm gücü elinde bulundurmasının yasal formatı olması önemini taşıyor. Şu an Erdoğan buna ulaşmak için yeniden oyun kurmaktadır. Mevcut parlamenter sistemi dönüştürüp, yerine kendisinin “her şey” olduğu bir başkanlık sistemine geçiş için Erdoğan’ın izleyeceği muhtemel üç yol öne çıkıyor.
Bunlar:
1. Başkanlık sistemini içeren yeni bir anayasanın referanduma götürülmesi;
2. Hükümeti istifaya zorlayıp yeni bir seçime gitmek veya
3. Kendine has bir alaturka siyasi darbe ile gücü ele geçirmek.
Yeni Anayasa çalışmaları için Ocak ayında kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu üçüncü toplantısının ardından CHP’nin başkanlık sisteminin dayatıldığını söyleyerek çekilmesiyle dağıldı. Bundan sonra parlamentoda 317 sandalyeye sahip AKP’nin önünde yeni Anayasa taslağını referanduma götürebilmek için deneyebileceği iki yol görünüyor. İlki, şu anda AKP’nin ve Erdoğan’ın “en sağlam” koltuk değneği işlevi gören MHP ile birlikte bir taslak üzerinde uzlaşmak. Yaptığı bir konuşmada Erdoğan’a desteğinin koşullarının çerçevesini çizen MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin sözleri bir Erdoğan-AKP-MHP birliğinin neye benzeyebileceğinin net bir profilini de veriyor aynı zamanda, “Sayın Davutoğlu, gerekirse Kandil’e gidin, gerekirse orayı taş üstünde taş bırakmayacak derecede yakın; gerekirse de Suriye’nin kuzeyine yıldırım gibi saplanın…” “…PKK şubesi HDP’li sözde milletvekillerinin dokunulmazlıkları başta olmak üzere, her caydırıcı önlemi aşama aşama alın. Ve de zihni, fikri, dili kapkara kesilen aydın müsveddelerinin hazırladıkları ihanet bildirilerini de başlarına geçirin. Milliyetçi Hareket Partisi bunları yaparsanız demokratik eleştirileri saklı kalmak kaydıyla her zaman destekçiniz, her daim arkanızdadır.” Fakat bu seçenek, yani bir AKP-MHP anayasa taslağı formatı MHP’nin her Yeni Anayasa Komisyonu’nda “4 parti de olmalıdır” açıklamasıyla ortadan kalkmış gibi görünmüyor.
Yeni Anayasa bağlamında AKP’nin önünde ikinci bir seçenek bir “AKP Anayasa taslağını” Meclis’e getirip zaten gizli yapılacak olan oylamada yine bazı MHP milletvekillerinin desteğini alarak 330 sayısına ulaşmak. Bu danışıklı oyun kurgusu ihtimalini Bahçeli’nin Mart ayı başında yaptığı bir konuşmayla Erdoğan’a göz kırpması güçlendiriyor. “İktidar, Anayasa’da ne gibi bir değişiklik düşünüyorsa… TBMM’ye getirsin. Bu ancak referandumla mümkün olabilir. Onun için de 317 milletvekilinin 330’a tamamlanması lazım. Tamamlandığı takdirde belirledikleri veya özledikleri anayasa değişikliğini yapmak için millet huzuruna çıkmış olurlar. Referandum olursa MHP, anayasa konusundaki hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak… kamuoyunun aydınlatılmasında kendi dünya görüşü ve parti ilkeleri çerçevesinde katkı sağlayacaktır.” Kuşkusuz bu yol Türkiye’de son bir yıldır yaşanan tüm gelişmelerin arka planında olan Erdoğan için en zahmetsiz seçenek olacaktır.
Mevcut koşullar altında da bir referandum durumunun ortaya çıkmaması halinde Erdoğan’ın hükümeti istifaya zorlayarak erken seçime gitme ihtimali en güçlü öngörüdür. Bu yol, HDP’nin ya da MHP’nin veya her ikisinin baraj altında kalması hesabına dayanıyor. Bunun arkasında da bir referanduma gerek duymadan bile yeni bir Anayasa’yı parlamentoda tek başına geçirebilecek sandalye sayısına ulaşma gibi bir durumun ortaya çıkma ihtimali söz konusu.
Erdoğan’ın başkanlık hedefine ulaşmak için üçüncü bir yol da kendine özgü bir doğrudan darbe ihtimali sayılabilir. Bu, ülkede ya da bölgede Türkiye’nin dahil olduğu bir savaş halinin yarattığı “olağanüstü” koşullarının sağlayacağı uygun bir zeminin üzerinde yapılacak bir darbe olabilir. Her ne kadar birçoğunun kulağına çılgın bir ihtimal olarak gelse de son bir yılda Türkiye’de yaşanılanlar göz önünde bulundurulduğunda bunun o kadar da uzak bir ihtimal olmadığı görülecektir. Tam tersine böyle bir ihtimal her geçen gün daha da güçlenmekte. Erdoğan’ın Mart ayının sonlarında Atatürk Harp Oyunu ve Kültür Merkezi’nde subaylara yaptığı bir konuşmada “tek ordu, tek komutan” vurgusu yapması kendisine karşı yapılacak bir darbe kaygısının işareti olarak yorumlanabileceği gibi, merkezinde kendisinin olduğu bir darbenin ön hazırlıkları olarak da görülebilir. Erdoğan’ın konuşmasıyla özellikle kendisinin “başkomutan olduğunu” hatırlatmak gereksinimi duyduğu açık: “Her fırsatta söylüyorum, tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. Sizlerin huzurunda buna bir de tek ordu, tek komutan vurgusunu da eklemek isterim. Anayasamızın 117’nci maddesi, ‘Başkomutanlık TBMM’nin manevi varlığından ayrılamaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur’ diyor. Yine aynı maddenin devamında da, ‘Genelkurmay Başkanı, silahlı kuvvetlerin komutanı olup, savaşta Başkomutanlık görevlerini Cumhurbaşkanı namına yerine getirir’ ifadesi yer alıyor…” yine bir hafta sonra polis teşkilatının bir töreninde, “…Haksız yere polislerimizi yıpratmaya, onların fedakarlığını küçük görmeye kalkan herkes önce beni karşısında bulur. Dolayısıyla sizin meseleniz benim meselemdir. Size yapılan saldırı, bana yapılmış saldırıdır. Sizlerden görevlerinizi, arkanızda Cumhurbaşkanı’nın, hükümetin, devletin olduğunu bilerek yürütmenizi istiyorum” sözleri Erdoğan’ın tüm silahlı güçlerin desteğini garantileme kaygısını açıkça dışa vuruyor.
Tüm burjuva partileri bertaraftır
Daha 7 Haziran seçimlerinden önce eski hükümet sözcüsü ve AKP’nin kurucularından Bülent Arınç ile Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek arasında ortaya çıkan sert bir polemik AKP’nin içerisinde bir kaynamanın oluğunun işaretlerini vermişti. Ardında Ekim ayında haftalık haber dergisi Nokta’nın yayınladığı AKP’nin bazı toplantılarının tutaklarını içeren “AKP Günlükleri” başlığıyla yayınlanan yazı dizisi parti içerisindeki çatlağın hiç de küçümsenmeyecek derecede olduğunun kanıtlarıydı adeta. Fakat 1 Kasım seçim sonuçlarının parti içindeki Erdoğan yandaşlarının elini güçlendirip, alttan alta bazı şeylerden rahatsız olanların sesini boğmaya götürdüğü çok açık.
Şubat başında AKP içerisinde muhalif bir kesimin Ankara Hamamönü’nde çalışma ofisi tuttukları haberleri AKP’nin içindeki çatlağa dikkat çekiyordu. Ahmet Hakan’a verdiği bir röportajda bu muhalif gruptan olan Hüseyin Çelik “Nedir sizin meseleniz?” sorusuna “Ben parti kurulmadan önce partinin programını yazmak üzere görevlendirilen 11 kişiden biriyim. Üzülerek görüyorum ki: Bu 11 kişiden biri hariç hiçbiri şu anda partide karar alma mercilerinde değil. Çoğunluğu ise partiden ya kopmuş veya koparılmış durumdadır. Arkadaşların hepsi armudun sapı, üzümün çöpü gibi bahanelerle bir şekilde partiden kopmuş ya da koparılmıştır. Birlikte yola çıktığınız, birlikte emek sarf ettiğiniz, ter döktüğünüz insanları, şu veya bu bahanelerle, “Benim ayağıma dolanıyor, bana itiraz ediyor” gibi gerekçelerle bir tarafa iterseniz…” diyerek devam ediyor; “AK Parti denince akla gelen ilk 10 isim hangisidir? Mesela yabancı bir gazeteci geldi ziyarete, ilk 10 listesi çıkarmış, sonra ilk 20, sonra ilk 30… İlk 50’ye kadar liste yapmış. Netice şu: Bunların yüzde 98’i şu anda mekanizmanın dışındadır. Bu insanlar sistematik bir şekilde dışlanmıştır, kenara itilmiştir.” Bu kuşkusuz AKP içerisindeki çatlağı şu ana kadar en açık biçimde dışa vuran ifadedir.
Davutoğlu’nun başında olduğu AKP ve hükümet Erdoğan’ın direktiflerini hiç kuşkusuz yerine getirmektedir. Çok açık ki Erdoğan’ın Davutoğlu’nu kendinden boşalan yere tercih etmiş olması Davutoğlu’nun politik yeteneğinden çok, onun kolay kumanda edilen biri olmasından kaynaklanıyor. Ne var ki bunun Erdoğan’ın arzuladığı en ideal biçimde olmadığı da kesin ve uzaktan kumanda etmenin kendi içerisinde taşıdığı sıkıntılar partideki çatlakları görünür kılıyor. Örneğin, Artvin Cerattepe’deki madene karşı yapılan direnişte Davutoğlu’nun attığı geri adıma karşı Erdoğan bu hareketi “küçük Gezi” olarak adlandırarak tepki verdi. Yine HDP milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması konusunda Erdoğan’ın ısrarı ve Davutoğlu’nun ağırdan alması ya da Nisan başında Davutoğlu’nun “bu suça ortak olmayacağız” imza kampanyasından dolayı akademisyenlerin tutuksuz yargılanmasını gerektiğini belirterek Erdoğan’la ayrı pozisyonlara düşmesi Davutoğlu’nu durumdan duruma sokan örneklerdir.
AKP’deki bu çatlağın ne yöne gelişeceğini şimdiden kestirmek zor, fakat halen AKP’ye ihtiyaç duyan Erdoğan oyunu kurarken partiye yönelik taktik geliştirirken aşırı dikkatli davranacaktır. Erdoğan’ın köprüyü geçmesinin ardından geniş bir tasfiyeye girişeceği büyük bir ihtimaldir ve Davutoğlu gibilerin de bu tasfiyenin dışında kalmayacağı kesindir.
7 Haziran’da büyük bir darbe alan Erdoğan’a en iyi doktorluğu MHP yapmıştır. Halihazırda milliyetçilik ve faşizan politikalarda MHP’ye taş çıkartan Erdoğan bu partinin altını adeta oymuştur. Erdoğan’ın gerek Kürt sorunu, gerekse Suriye politikalarının hepsini destekleyen MHP’nin içerisinden Sinan Ogan ve Meral Akşener gibi muhaliflerin genel kongre talepleri Bahçeli tarafından kabul edilmeyince konu mahkemeye taşınmış durumda. Bir yandan da Bahçeli muhalefet yanlısı il ve ilçe teşkilatlarını lağv etmektedir. Kurultay/kongre toplanması ile ilgili 8 Nisan’da mahkeme muhalifler lehine karar almasına rağmen bu sürecin uzama ihtimali ortadadır, orta vadede ise MHP’nin bölünmesi de söz konusudur. Sonucundan bağımız olarak, MHP içerisindeki kriz özellikle Erdoğan’ın başkanlık stratejisi ve genel olarak mevcut politik kriz üzerinde belirleyici etki bırakacaktır. Bu kriz Bahçeli’yi başkanlık karşılık partideki iktidarını sürdürmek için Erdoğan’a yanaşmasına götürebilir. MHP’nin bu koşullarda baraj altı kalacak duruma gelmesi Erdoğan’ın erken seçim manevrası için uygun bir fırsat sunabilir.
CHP her ne kadar kendi içindeki ulusalcı kanattan kısmen arınmış ise de hala kendi içerisinde farklı çizgiler arasında dengeler üzerinde durduğundan adeta kilitlenmiş görünümü veriyor. Erdoğan’ın bir diktatör olduğunu savunan, %25 oy oranı ile kısmen dinamik bir tabanı olan CHP’nin diktatörlüğe karşı tutumu, sadece bir sonraki seçimleri beklemek. Kürt sorununda hükümeti “çözüm sürecini” bitirmesinden dolayı eleştirmek yerine, Öcalan’ı muhatap alarak böyle bir süreci başlatmış olmasından dolayı “terörizme yardım ve yataklık” etmekle suçluyor. CHP bu haliyle ne ileri ne de geri hareket edebilecek bir görünüm veriyor.
Özellikle “halkların birliği” vurgusuyla sadece Kürt illerinden değil kısmen Batı illerinden de oy almayı başaran, önce Haziran ve sonra tüm baskılara rağmen Kasım seçimlerinde de Meclis’e giren HDP, iktidar tarafından tekrar Kürt illerine sıkıştırılmak isteniyor. Temmuz’dan bu yana HDP’nin Batı’daki hiçbir etkinliğine izin verilmezken, sokağa çıkma yasakları ile Kürtlere yapılan baskılar, partinin tüm gücünü Kürt sorunu üzerine yoğunlaştırmasına yol açtı. Diğer taraftan gerek yükselmiş olan milliyetçi dalga ve hükümetin/devletin HDP’yi PKK ile özleştirerek bu milliyetçi saldırganlığı körüklemesi gerekse de genel olarak çatışmalar ve Ankara’da TAK’ın Kürt halkının meşru mücadelesi adına üstlendiği iki terör saldırısı, HDP’nin “Türkiye partisi” çabalarını oldukça karmaşık hale soktu. Fakat her şeye rağmen HDP’nin “birlik” ve “barış” çizgisinden kaymayarak Ankara’da gerçekleşen terörist saldırılara karşı net tutum da alması hükümetin çabalarını kısmen boşa çıkardı. Ne var ki Kürt illerindeki kısmi “iç savaş” devam ettiği sürece HDP’nin Türkiye çapında bir güç olması zorlaşmaya devam edecektir.
Gerçek bir çıkış yolu için
Sonuç olarak burjuva politik sisteminin içinde bulunduğu kriz derinleşmeye devam edecek ve büyük çalkantılara neden olacak -hangi yönde olursa olsun. Erdoğan Rubicon’u çoktan geçti. Her şeyin Erdoğan açısında bir varlık yokluk durumuna dönüşmüş olduğu bir halde, en ufak bir yenilgi dahi onda ve yandaşlarında devasa sarsıntılara yol açıyor. Akademisyenlerin, devletin Kürt illerindeki suçuna ortak olmayacaklarını ifade ettikleri imza kampanyasına karşılık onları tutuklatması bu sarsıntıyı ifade ediyor. Aynı şekilde Can Dündar ve Erdem Gül’ün Anayasa Mahkemesi’nin bir kararı sonucu tekrar serbest kalmaları Erdoğan’a Anayasa Mahkemesi’nin kararının tanımayacağını beyan edecek kadar kontrolünü kaybettirdi. Artvin`de Cerattepe’deki direniş Erdoğan’ı daha kısa süreli de olsa Tekel işçilerinin Ankara’daki 78 gün sürdürdükleri direnişleri ve Gezi protestolarının benzeri bir etkiyle sarstı.
Burjuva politik sisteminin bu politik krizinin toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının lehine çevirip savaşlara, teröre ve sömürüye karşı gerçek bir çıkış bulmak için önümüzdeki süreçte ilk olarak Erdoğan’ın tek adam olama hedefinin son eşiğini aşmasının engellemek zorundayız. Bu ise ancak ve ancak Türk, Kürt, Laz; Alevi, Sünni vs. işçi sınıfının birliğiyle mümkün olabilir. Dolayısıyla devletin Kürtlere karşı başlattığı savaşa karşı net bir tavır alıp “bu suça ortak olamayacağız” demeliyiz. Kürtlerin, Lazların, Alevilerin hak mücadelesini sömürüye karşı mücadeleyle onların yanında yer alıp destek vererek birleştirebiliriz, karşısında yer alarak ya da görmezden gelerek değil.
Fabrikalarda, bürolarda, okullarda ve her alanda, grevler, kitlesel işgaller ve boykot gibi mücadele yöntemleri karşısında hiçbir polis copu, biber gazı, TOMA etkili olamaz. Egemenlerin can damarı kârlarıdır, onları en etkili biçimde ekonomideki konumumuz ve gücümüzle vurabiliriz.
Bireyleri hedef alan terörist saldırılar sadece vicdani nedenlerle değil, bizi bölüp parçaladığı ve egemenlerin değirmenine su taşıdığı için politik olarak da yanlış metotlardır. İşçi sınıfının mücadelesini itibarsızlaştıran her türlü eyleme hep birlikte karşı durmalıyız.
Nihayetinde içinde bulunduğumuz sorunların en genel kaynağı bir avuç sermayedarın hakim olduğu kapitalist sistemin ta kendisidir. Kapitalizmi alaşağı edebilecek yegane güç ise işçi sınıfının bilinçli eylemliliğinden başka bir şey değildir. Fakat Türkiye’de işçi sınıfının bir kitle partisi formatında politik temsiliyetinin yoksunluğu sermeyenin en iyi temsilcisi Erdoğan ve AKP’nin istediğini yapmasına yol açarken işçi sınıfını da diğer sistem partileri arasında tercih yapmaya zorluyor. Gerçek çözüm ise kapitalizm yerine insan ihtiyaçlarının doğayla uyum içerisinde merkeze konulduğu sosyalist bir sistem ile mümkündür. Bu yüzden sosyalist bir programa sahip, işçi sınıfının çıkarlarını kollayan ve kapitalizmi aşmayı hedefleyen bir kitle partisinin inşası zorunludur. Türkiye’de böyle bir partinin ortaya nasıl çıkacağını kestirmek zor, fakat önümüzdeki çok çalkantılı olacak süreç içerisinde son birkaç yılda ortaya çıkmış TEKEL, Gezi, 17/25 Aralık, Soma vb. gibi katalizatör işlevi görebilecek muhtemel toplumsal olayların içerisinden böyle bir kitle partisinin doğmasına çalışmalıyız. Sosyalist bir kitle partisinin ortaya çıkması sadece Türkiye’de değil tüm Ortadoğu’nun şu an içinde bulunduğu karanlıkta bir ışık olabilir.