Sosyalist Bir Alternatifin İnşası Elzem!
|Uzun zamandır Türkiye’de hakim olan siyasi kriz 16 Nisan’da gerçekleşmesi planlanan Anayasa referandumuyla yeni bir aşamaya giriyor. Bu referandum bir taraftan milyonların hayatını direkt olarak etkileyecek ekonomik krizin sesinin iyice duyulur olduğu, diğer taraftan da Suriye’de adeta bir batağa saplanmış olan Ortadoğu’ya yönelik yayılmacı ve anti Kürt politikalarının iyiden iyiye çıkmaza girdiği bir arka planda gerçekleşecek. Özellikle 2013 yılında ortaya çıkan Gezi direnişiyle gittikçe destek kaybeden Erdoğan rejiminin dayandığı en başat araçlar şu an milliyetçilik, baskı, toplumda korku yaratmak, ayrıştırma, demokratik hakların ortadan kaldırılması ve bir takım siyasi taktik manevralardır. Halihazırda 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL ise elindeki en etkili araç. Fakat bu referandumun sonucu ne olursa olsun rejimin küf kokusu çoktandır geniş kesimlerce hissedilmeye başlandı. Şimdi soru sadece, bu alttan alta çürümüş rejimin çöküşünün hızıyla ilgilidir. Daha da önemlisi, bu er ya da geç çökeceği kesin olan rejime sosyalist bir alternatifi sunabilecek bir gücün ortaya nasıl çıkacağıdır.
Erdoğan rejiminin Gezi direnişinden itibaren gözle görülür bir biçimde destek kaybetmesinin en bariz dışa vurumu 7 Haziran seçimlerinde uğradığı hezimet olmuştu. Fakat AKP, Erdoğan’ın “B planı” dediği özünde korku, baskı, kaos ile ifade edilebilecek bir taktikle -MHP’nin de yardımıyla, 1 Kasım seçimlerini tek başına iktidar olacak şekilde tekrar kazandı. Ve lakin bu zafer bir Pirus Zaferi’ydi. Nitekim Erdoğan’ın tüm yetkileri elinde bulundurmak için hedeflediği başkanlık sistemine geçişi içeren yeni bir Anayasa için gerekli çoğunluğu olmayan AKP uzun bir süre nasıl bir yol izlemesi gerektiğini bilemedi. Önce MHP içerisindeki çalkantılardan yararlanmayı Bahçeli’nin tüm destek imalı çağrılarına rağmen, göze almadı. Çünkü tüm işaretler her şeye rağmen kendisine 1 Kasım öncesinde oluşturulmuş olan (yapay olarak) kaos ortamını sonlandırması için verilen oy desteğinin de kaybolduğunu gösteriyordu. Bu andan itibaren geriye, bir an önce tüm yetkiyi dolaylı olarak değil de direkt olarak elinde bulundurmak için Erdoğan açısından iki ihtimal kalıyordu: Birincisi, Suriye bağlamında bir “savaş hali” ile yetkileri ele geçirmek. İkinci ihtimal ise, bizzat kendisinin arkasında olduğu bir darbe veya kendisine karşı girişilecek başarısız bir darbe. 15 Temmuz’da başarısız darbe girişiminden sonra ortaya çıkan tüm oklar bu darbe girişiminin, başından beri “kontrol altında bir darbe” olduğunu işaret ediyor.
15 Temmuz darbesi gerçekten de Erdoğan rejimi için “tanrının bir lütfu” oldu. Tüm ülkede Olağanüstü Hal (OHAL) ilan edildi ve parlamento büyük oranda işlevsiz bırakılarak ülke Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) yönetilmeye başlandı. Her ne kadar rejim “OHAL halka karşı değil, devlete uygulanacaktır” demiş olsa da, tüm ülkede büyük bir temizlik harekatı başlatıldı. Devletin tüm kurumlarında yüz binin üzerinde insan işinden atıldı, uzaklaştırıldı, pasaportuna el konuldu ve tutuklandı. Çok açık ki halen süren bu süreç OHAL formel olarak kaldırıldığında “olağan” hal olarak devam edecek. İlk başlarda o zamana kadar ortakları olan ve Fettullah Gülen Terör Örgütü (FETÖ) olarak ilan etikleri Cemaatçilere karşı yapılan bu temizlik hareketi çok kısa süre sonra rejimin kendisine düşman olarak gördüğü gerçek muhaliflere yöneltildi: Kürtler; sosyalistler ve sendika hareketine.
16 Nisan’da diktatörlüğün tescili oylanacak
Gelinen noktada darbe öncesinde oluşan politik çıkmaz darbeden sonra yeni oluşan koşullarla aşılmak isteniyor. Şimdi AKP devlet aygıtını tamamen kontrolü altına almış halde ve onu bir avantaj olarak OHAL’in verdiği tüm anti demokratik yetkileri son damlasına kadar kullanıyor. Darbe girişiminden önceki dönemde yine en büyük seçenek MHP’nin Meclis’teki oylarıyla referandum için gerekli sayıyı bulup referanduma gitmekti. Nitekim gelinen aşamada MHP Genel Başkanı Bahçeli, Erdoğan’ın yargıçlarının yardımıyla önce parti içerisindeki muhalifleri bertaraf etti, ardından Erdoğan’a tam destek sunarak 18 maddelik Anayasa değişikliği paketinin Meclis’ten geçirilmesini sağladı.
16 Nisan’da gerçekleşecek referandumda oylanacak bu paket, Erdoğan’ın fiili diktatörlüğünün tescillenip tescillenmemesi anlamına geliyor. Bu yüzden Erdoğan referandumda evet çıkması için her türlü aracı kullanmaktan sakınmayacak. Şimdiden HAYIR oyu kullanacak olanları “terörist” olmakla itham ediyor. Normal koşullar altında Erdoğan rejiminin referandumda büyük bir hezimetle karşılaşacağına hiç şüphe olmasa da OHAL altında olağan dışı koşullarda birçok şey halen belirsiz. Yine de referandumda Erdoğan ve şürekasının arzuladığı bir sonuç asla çantada keklik değil. Bilakis tüm baskılar, gözaltılar ve tehditlere rağmen sandıktan HAYIR çıkması olasılığı yüksek.
Referandumdan HAYIR çıkarak diktatörlüğün reddedilmesi ya da rejimin istediği yönde bir sonucun çıkması halinde, yani her iki durumda da tekrar bir erken seçime gidilme olasılığı var. HAYIR’ın zaferi, rejim için büyük bir hezimet olur ve toplumsal muhalefet güçlenerek hükümeti erken seçime zorlayabilir. Diğer taraftan rejimin isteği doğrultusunda çıkan bir sonuçta ise Erdoğan, yeni yetkilerine hemen kavuşmak için hükümete yeni bir seçimi dayatacaktır. Çünkü pakete göre bu yetkiler ancak ilk yapılan seçimden itibaren geçerli olacak. Sonuç olarak, Türkiye’de politik süreç referandumdan sonra da keskinleşmeye devam edecek.
Emperyalist güçler arasında savrulurken
Bir diğer taraftan Türkiye’de “Kürt sorunu” da her geçen gün çözümsüzlük içerisinde daha da karmaşıklaşıyor. Erdoğan, hedeflediği başkanlık sistemi bağlamında Kürt sorunu konusunda taktiksel olarak tekrar milliyetçiliğe ve askeri yöntemlere yöneldi. Masanın devrilmesinin ardından yüzlerce insan bu taktik sonucunda hayatını kaybetti. Onlarca yerleşim yeri harap oldu. Diğer yandan hükümetin özellikle de referandumda Kürt oylarını almak için dolaylı yollardan tekrar bir “çözüm süreci” yanılsamasını insanların bilinçaltına sokmaya çalıştığı gözlemleniyor.
Bununla beraber Türkiye’de Kürt sorunun çözümünün akıbeti tüm bölge denklemi içerisinde de çok çetrefilli bir hal aldı. Bir taraftan Türkiye’de HDP’yi kendisine karşı en belirleyici muhalif parti gören AKP ve Erdoğan, HDP’yi saf dışı bırakmak için her türlü hukuksuzluğu kullanmaktan bir adım geri durmuyor. Özellikle CHP’nin aleni şovenist tutumunun da yarattığı uygun ortam ve destek sayesinde HDP’nin neredeyse tüm vekillerinin dokunulmazlığı kaldırıldı. Hali hazırda HDP’nin Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın da içinde olduğu 10’un üzerinde vekil tutuklu durumda.
Diğer taraftan ise Suriye iç savaşı ile Kürt sorunu, Türkiye’nin politikaları ve hamleleri açısından en belirleyici faktör olarak iç içe geçmiş halde. AKP hükümetinin Suriye’deki neo Osmanlıcı yayılma politikaları tamamen ortadan kalkmamış, her an fırsat kolluyor olsa da neredeyse iflas etmiş durumda. Şu an Erdoğan rejiminin Suriye’de neredeyse tek önceliği, Suriye’de bir Kürt oluşumunun önüne geçmek. Bu yüzden iki büyük emperyalist güç, ABD ve Rusya arasında bir uçtan diğerine savruluyor ve politik manevraları günlük düzeyde değişiyor.
Hava sahasını ihlal ettiği için Rus uçağını düşürmesinin ardında Suriye’de adeta kolu kanadı kırılan Türkiye devleti, Suriye’deki oyuna yeniden Erdoğan’ın Putin’den özür dilemesiyle dahil oldu. Önce, karşılığı Erdoğan rejiminin etkisi altındaki cihadist “muhaliflerin” Halep’i terk etmesi olan “Fırat Kalkanı” operasyonu başlatıldı. (IŞ)İD’in hiçbir direnişiyle karşılaşmayan Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) destekli Muhalifler çok kısa sürede, önce Cerablus’a daha sonra güneydeki El Bab kasabasına kadar ilerlerdiler. El Bab, doğusunda (Minbiç) Halk Savunma Birlikleri (YPG)’nin, güney batısında Suriye rejim güçlerinin ve batıda (Afrin Kantonu tarafından) yine YPG güçlerinin olduğu kritik bir kavşak. El-Bab’da 60 üzerinde kayıp veren TSK ve Muhalifler bu kasabayı tüm propagandalara rağmen Şubat sonu itibariyle halen ele geçirebilmiş değil.
Hali hazırda Erdoğan rejimi büyük merakla ABD’de cinsiyetçi, ırkçı ve Müslüman düşmanı yeni başkan Trump’ın Suriye’de kendisine özellikle Rakka operasyonunda bir rol biçip biçmeyeceğini bekliyor. Rusya’yla arayı düzelttikten sonra Erdoğan rejimi ve onun ideologları açık bir biçimde bir Anti-Amerikan propagandası ile Türkiye’nin neredeyse NATO’dan bile çıkabileceği imasında bulunuyorlardı. Fakat Rusya’nın Kürtlere özerkliği içeren bir Suriye planının ortaya çıkması; Rusya Dışişleri Bakanlığı yetkilisi olan Botsan-Harçenko’nun PYD ve PKK’yi kastederek “Rusya’da bu örgütler resmi olarak teröristler listesinde değil. Bu bir gerçek, durum böyle” şeklindeki ifadesi ve Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Mihail Bogdanov, PYD’nin Cenevre’de temsil edilmesi gerektiğini söylemesi Erdoğan rejiminin Kürtler konusunda Rusya’dan beklentilerinin gerçekleşmediğini gösteriyor.
Bu gelişmelerle birlikte Erdoğan rejiminin ne kadar büyük bir çıkmazda olduğunu ve bir uçtan diğerine savrulduğunu Erdoğan’ın iki hafta içerisinde bir biriyle yüz seksen derece farklı iki açıklaması çok açık gösteriyor. Erdoğan 27 Ocak’ta Suriye’de “barış” görüşmeleriyle ilgili, “… El Bab’da bundan sonraki süreçte süratle mesafe almak suretiyle oradaki işi bitirmek, daha derinliğine gitmemek lazım” derken, 13 Şubat’ta Bahreyn’de “El Bab’ı da DEAŞ’tan temizlemek suretiyle, işimize devam edeceğiz. Ondan sonra doğuya yönelerek Münbiç ve Rakka’ya yürürsek, terörden arındırılmış bir bölge yaratarak o bölgeye Arap kardeşlerimiz ve Türkmenler yerleşme imkanı bulacaktır” diyor.
Erdoğan rejiminin bu savrulmaları iki gerçeği net olarak gösteriyor: Birincisi, her ne kadar Erdoğan her fırsatta “kendi göbeğimizi kendimiz keseriz” dese de ABD ve Rusya gibi emperyalist güçlerin izni olmadan Suriye’ye bir taş bile atamayacağı; ikinci olarak da Kürtlerin demokratik hak taleplerinin Türk-İslam-Sünni temelli mevcut kapitalist Türkiye egemen ideolojisinin gelinen aşamada girdiği çıkmaz.
Popülizm için alan daralıyor
Ekonomik istikrar ve popülizm ta başından beri Erdoğan’ın işçi sınıfının büyük bir bölümünden aldığı desteğin en başat faktörüydü. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Erdoğan rejimine destek için “demokrasi” nöbetlerine katılanlar çoğunlukla yoksul kesimlerden oluşuyordu. Bu kesimler AKP iktidarının ilk yıllarında meydana gelen görece ekonomik büyümenin mümkün kıldığı uygun koşullardan dolayı önceki dönemlere kıyasla bir takım sosyal iyileşmeler elde ettiler. Düşük ücretli de olsa işsizlik düşmüştü, bir çeşit sadaka biçiminde de olsa direkt yardımlar ve işsizlik sigortası gibi sosyal güvelik uygulamalarından işçi sınıfının en alt kesimleri bile bir nebze yararlanabildi. Bir taraftan zenginler zenginliklerini katlarken, diğer taraftan bu, ağzına bir parmak bal çalmak olsa da yoksulluk altında ezilmiş olan yığınlar için kuşkusuz önemli bir gelişmeydi.
Fakat kırıntılarından yoksul kesimlerin de görece olarak yararlanabildiği bir zemini meydana getiren ekonomik büyümenin koşulları artık ortadan kalktı. Örneğin, geçen yılın Aralık ayında açıklanan verilere göre Türkiye ekonomisi yılın 3. çeyreğinde 2009’dan buyana ilk defa %1,8 oranında daralmış oldu. Türkiye ekonomisinin bağlı olduğu dış sermaye ise ülkeden kaçma eğiliminde. Ekim ayında kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poor’s, ardından Moody’s de Türkiye’nin kredi notunu düşürdü. Türk Lirası ABD Doları karşısında rekor üzerine rekor değer kaybediyor. 2015 yılının Mart ayından 2016 yılının aralık ayına kadar Türk Lirası ABD Doları karşısında %25 değer kaybetmişti ve bu süreç devam ediyor. Ki bu, işçi sınıfına enflasyon ve hayat pahalılığı olarak geri dönmeye başladı bile. İşsizlik Şubat’ta açıklanan rakamlara göre %12,1 civarında, gençlerde bu oran %22’ye ulaştı. Hükümetin ekonominin dönmesi için kredi dilimlerinin sürelerini uzatmak gibi önlemlere başvurmasından da ekonominin sıkıntılı gittiğini gözlemleyebiliyoruz. Bununla beraber milyonlarca insan borçlu durumda ve bunların çoğu başını sokabilecekleri bir ev için alınmış kredi borçları.
Yani bir ekonomik kriz ilk önce 15 Temmuz’dan sonra kenar mahallelerden kent meydanlarına Erdoğan’a “destek” için akan bu yoksul kesimleri vuracaktır. Hükümet bu yüzden özellikle bu referandum öncesinde çatırdayan ekonominin seslerinin üstünü örtmek için her türlü önlemi almaya çabalıyor. Hükümet büyük bir ihtimalle bir takım önlemlerle en azından 16 Nisan referandumunu bu şekilde atlatacaktır. Fakat bizzat kapitalist sistemin kendi iç çelişkilerinden ortaya çıkan ekonomik krizin yansımaları çok geçmeden kendini daha keskin bir biçimde hissettirecektir.
16 Nisan’da tarihin sonu gelmeyecek
Bugün sermayenin en sadık temsilcileri olan Erdoğan ve AKP’nin dayandığı en belirleyici faktör, kendi içindeki tezatla, işçi sınıfının geniş yoksul kesimlerinden seçimlerde aldığı oy desteğidir. Yani sosyalist bir devrimin öznesi olan işçi sınıfı aynı zamanda, en azından şimdilik, onu sömüren sistemin devamını garantileyen AKP’nin sigortası. Ebette ki bunun arkasındaki sebepler birçok tarihsel nedene dayanılarak açıklanabilir. Bunlardan en önemlisi hiç kuşkusuz Stalinist Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla birlikte, dünya işçi sınıfı hareketinin aldığı büyük ideolojik ve örgütsel yenilgidir. Bu yenilginin etkileri halen sürüyorsa da küresel kapitalizmin içinde bulunduğu kriz ve onun dünya çapında milyonların hayatına yansıyan olumsuz sonuçlarıyla bu süreç artık değişiyor ve sosyalist bir dünya mücadelesi için objektif koşullar her gün daha da gelişiyor.
Sosyalist bir Türkiye (dünya) mücadelesinin tek öznesi olan işçi sınıfı, kendisinin kurduğu ve kendi çıkarlarını savunan partisine sahip olmadığı sürece, AKP gibi sermaye partileri kuzu postundaki kurtlar misali kimi yerde dini, kimi yerde milliyetçiliği, kimi yerde yaşam tarzını kullanarak işçi sınıfını, yoksuları ve ezilenleri kendilerine inandırmanın bir yolunu daima bulurlar. Bir bütün olarak işçi sınıfı hareketinin bileşenleri, sendikalar, meslek örgütleri, sosyalist parti ve örgütleri, kadın hareketi, çevre hareketi vs. böyle bir gücün ortaya çıkacağı zeminin koşullarını sürekli kollamak zorundalar.
Türkiye’de halen yüzbinleri çatısı altında toplayan sendikalar, meslek örgütleri, sosyalist parti ve örgütler mevcut. Hali hazırda içinde bulunduğumuz koşulları kolayca “faşizm” olarak nitelendirmek, elimizdeki olanakları görmeyip heba etmekten başka bir şey değildir. Artık, ortaya çıkan irili ufaklı tüm mücadelelerde o mücadelenin sadece kazanılması değil, aynı zamanda o mücadelenin kendisini aşıp diğer mücadelelerle birleşmesini hedeflenmeliyiz. Örneğin, yakın geçmişte “tecavüz yasasının” geri püskürtülmüş olması Türkiye’de mücadelelerin kazanılabileceğinin ispatının yanı sıra güçlü bir kadın hareketinin varlığının da kanıtı. Kadın Hareketi yakın geçmişte buna benzer birçok mücadeleye damgasını vurdu. Fakat bu mücadelelerin birleşip genel bir kadın hareketine dönüştürülmesinin yollarının aranması gerekirdi. Diğer mücadele alanlarından da buna benzer sayısız örnek var.
Yine direk üretim alanlarındaki mücadelelere en iyi örnek, 2015 Mayıs’ında otomotiv sektöründe ortaya çıkarak bir anda birçok ildeki fabrikalara yayılan “metal grevleri”, fırtına koptuğunda işçi sınıfının nasıl bir potansiyele sahip oluğunun en iyi kanıtı. Mesele, bu potansiyelin sosyalist bir dünya mücadelesine kanalize edebilecek bir gücün ortaya çıkmasının koşullarını şimdiden kollamak.
16 Nisan yapılacak referandum bir başka açıdan (belki ardından yine bir erken seçim koşulları) bir fırsat. Bu yüzden elbette en başat amaç referandumdan HAYIR’la çıkarak Erdoğan’ın tek adam sömürü rejimine bir hezimet yaşatmaktır. Fakat aynı zamanda referandumun sonucundan bağımsız olarak bu süre boyunca meydana gelecek politikleşme ve yana yana gelmenin referandumun ardından da gelişip kristalize olması perspektifiyle yaklaşmak gerekiyor. Çünkü tarih 16 Nisan’da bitmeyecek.