17 Şubat akşamı Ankara artık alışık olunan, korkusu neredeyse gündelik hayatın bir parçası haline gelen bir patlama daha yaşadı. Askeri personel servisinin hedef alındığı ve devlet aygıtının tam göbeğinde yaşanan patlamada resmi (ve üzerinde oynanmış olması muhtemel) verilere göre 29 kişi hayatını kaybetti, 65 kişi yaralandı. Patlamadan çıkan sesin Söğütözü’nden Dikimevi’ne uzanan geniş bir çemberden duyulması patlamanın şiddetini, patlamadan yarım saat sonra Ankara’nın merkezi olan Kızılay’ın bir hayalet kasabayı andırması bu saldırıların Ankara halkının zihninde yarattığı etkiyi gözler önüne seriyordu.
Türkiye’de böylesi bir saldırının ardından hükümet artık olağan şüpheli olarak PKK, IŞİD, TAK, DHKP-C vs. birbiriyle ilgisi olmayan örgütleri aynı anda sıralıyor. Bunu yaparken PKK’yi de istisnasız bu listenin en başına koymaya özen gösteriyor. 10 Ekim’deki IŞİD’in üstlenmediği fakat IŞİD’e üye oldukları bilinen intihar saldırıcıları tarafından yapılan katliamın ardından bile –ki bu saldırı en başta Kürtleri, sendikaları ve sol örgütleri hedeflemişti- başbakan Ahmet Davutoğlu saldırının muhtemel faillerinden birinin PKK olduğunu belirtmişti: “Şu anda böyle bir saldırıyı yapma kapasitesine sahip görünen yapılar belli: DAEŞ, PKK, MLKP, DHKP-C …“ [1] Her ne kadar resmi açıklamalarında doğrudan suçlayamasalar da bütün AKP yönetimi ve Erdoğan üstü kapalı olarak saldırıları PKK’nin üstüne yıkmaya çalışmış, HDP’yi hedef göstermiş ve bütün seçim propagandalarını bunun üzerine kurmuşlardı. Hatta Davutoğlu saldırıdan 4 gün sonra katıldığı bir televizyon programında saldırı sonrası AKP oylarındaki yükselişten duydukları memnuniyeti dile getirmişti. [2] [3]
Ne var ki, 17 Şubat saldırısı sonrasında gelen resmi açıklamalar böylesi bir saldırının olağan şüphelilerinde bariz bir sapma içermekteydi: Cumhurbaşkanı Erdoğan saldırıdan 4 saat sonra, henüz saldırıda yaralananlara yapılan ilk yardım müdahalesi sonra ermeden saldırılardan “ulusal sınırlar dışındaki” bir güce işaret ediyor ve meşru müdafaa hakkının kullanımını vurguluyordu. “… Bu saldırıları gerçekleştiren piyonlarla ve onların arkasındaki güçlerle mücadelemizi, her gün daha kararlı bir şekilde sürdüreceğiz. Birliğimize, beraberliğimize, geleceğimize yönelik olarak, sınırlarımız dışında ve içinde gerçekleşen saldırılara misliyle karşılık verme konusundaki kararlılığımız, bu tür eylemlerle daha da güçlenmektedir. Türkiye’nin, “meşru müdafaa hakkını” her zaman, her yerde ve her durumda kullanmaktan çekinmeyeceği bilinmelidir” [4]
Saldırının ertesi günü basın toplantısı düzenleyen Başbakan Davutoğlu, açıklamasında kendinden emin bir biçimde saldırıdan YPG’yi sorumlu tutuyor, ellerinde belgelerin olduğu iddia ediyor ve saldırıya misliyle cevap verileceğini açıklıyordu: “… Bunun müsebbibi YPG’dir, bölücü terör örgütü PKK’dır. Dolayısıyla her yerde ve her şartta bunlara karşı gerekli tertibat alınacak. Türkiye’ye dönük hiçbir saldırı şu ana kadar karşılıksız kalmamıştır. Bu karşılığın en etkin şekilde nerede, nasıl olacağı konusunda da yapılacak çalışmalar bizde mahfuzdur.”[5]
Saldırı sonrası devlet erkânından gelen tepkilerin farklılaştığı kimin hedef gösterildi ile sınırlı değildi. AKP’nin bugüne kadarki bütün hedef göstermeleri ve algı operasyonu ulusal kamuoyuna yönelikti. Ancak 17 Şubat saldırıları sonrası açıklamaların hedef kitlesi daha çok uluslararası kamuoyu idi. Erdoğan sürekli saldırının sınır dışı kaynağına ve meşru müdafaa hakkına vurgu yaparken Davutoğlu ise uluslararası ilişkilerdeki konumlanmaların dahi bu saldırı sonrası gözden geçirilebileceği Tehdidinde bulunuyordu: [6] “Türkiye’ye düşman bir örgütü doğrudan veya dolaylı destekleyenler de Türkiye için bu anlamda dost hüviyetini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalırlar“
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise saldırı sonrasında “gerçek” bir kamu diplomasisi öznesi gibi davranarak “dostlarını ikna turuna” çıktı ve hiçbir zaman Türkiye’de herhangi bir eylemde bulunmamış ve BM’nin terör örgütü listesinde olmayan YPG’nin nasıl bir “terör örgütü” olduğunu büyük bir demagojiyle anlatma çabalarına girişti: [7] “Bu sürecin uluslararası camiada özellikle dostlarımız açısından bugüne kadar bu Suriye’nin kuzeyindeki PYD ve YPG ile bağlantısını, Türkiye’deki PKK ile ne denli güçlü olduğunu söylediğimiz halde inandıramadığımız dostlarımızın herhalde bu olay karşısında bu işi daha iyi anlamalarına bu vesile olacaktır. Biz tabii belgelerle bilgilerle bunları kendilerine hep ulaştırdık, hep bunları kendilerine söyledik. Ama bizim söylediklerimiz ne yazık ki bizde kaldı. Biz yine söylemeye devam edeceğiz. Sorumluluk mevkiinde olanlar bunu kabul etmemiş olabilirler ama dünyadaki halklar, inanıyorum ki milletler bizim bu haklı iddialarımızı belgelerimizi kabul edecek ve tarih önünde de diğerlerini hesaba çekeceklerdir.”
Ankara’da bunlar yaşanırken YPG cephesi suçlamayı jet hızıyla yalanladı. Reuters’a konuşan PYD eş başkanı Salih Müslim, PYD’nin Türkiye’ye son bombalı saldırı dâhil olmak üzere hiçbir saldırıda bulunmadığını belirtti: [8] “Sizi temin ederim ki, Türkiye’ye YPG tarafından tek bir el ateş açılmış değil. YPG, Türkiye’yi düşman olarak görmüyor. Dört yıldır, Türkiye-Suriye sınırının en güvenli bölgesi Rojava sınırıdır. Bizim tarafımızdan hiç bir askeri eylem yapılmamıştır. Bu gerçeği en iyi bilen ise, Türk ordusu ve AKP hükümetidir. Bilerek gerçekleri çarpıtıyorlar ve bizi Ankara’daki patlamadan sorumlu tutuyorlar”.
Bu açıklamalar yağmuruna belki de bir süre daha devam edecekken eylemi TAK (Teyrêbazên Azadiya Kurdistan/Kürdistan Özgürlük Şahinleri) yaptığı bir açıklama ile üstlendi. Türkiye Cumhuriyeti devletinin ispatladığı, ellerinde delillerin bulunduğu, failini Salih Necar isimli bir YPG mensubu olduğunu tespit ettiği eylem, TAK tarafından üstlenirken eylemin Abdulbaki Sömer isimli bir TAK mensubu tarafından yapıldığını açıkladı. Daha sonra yapılan DNA karşılaştırmalarının ardından failinin TAK olduğu kesinleşti. [9]
Bütün bu verileri üst üste koyup birlikte değerlendirdiğimizde karşımıza çıkan manzara şudur: TAK Kuzey Kürdistan’da devletin aylarca yürüttüğü savaşa misilleme olarak, salt intikam duygusu ile devlet aygıtının kalbinde bombalı bir saldırı yapmıştır. Ezilen ulus milliyetçiliğinin sınırlarını aşarak şovenizme uzanan, sınıf mücadelesine hiçbir katkısı olmayan, katkısı olmadığı gibi toplumda şovenizmi körükleyerek Türk işçi sınıfının Kürtlerin taleplerine destek çabalarını daha da karmaşıklaştırmaktadır. Ayrıca bu gibi saldırılar Kürtlerin haklı mücadelesine uzun vadede hiçbir yarar getirmemektedir. Hükümetin demokratik ve hukuksal hakların son kırıntılarını da ortadan kaldırmasına bahane olmasına ve baskıların meşruiyet kazanmasına yaramaktadır. Terörizmin metot olarak kullanılması her şeyden önce de haklı talep ve mücadelelerin esas dayanağı olan kitle desteğinin önüne set çekmektedir.
Bu saldırının AKP hükümeti ve Erdoğan tarafından Rojava’ya müdahale için bahane olarak kullanılmak istenmekte olduğunu bir çocuk bile görebilmektedir. Yıllardır Suriye’ye emperyalist müdahale hayali kuran, ancak diğer emperyalist aktörleri bir türlü “ikna” edemeyen AKP’nin belki de kendi eliyle yaratmak zorunda kalacağı bir emperyalist müdahale bahanesi böylece ayaklarına gelmiştir (en azından şimdilik). “Eski Türkiye”’nin hemen her kurumunda köklü değişikliğe gitmesine rağmen katliamcı devlet geleneğinin virgülüne bile dokunmayan ve MİT müsteşarının “Suriye’ye savaş için bahane lazımsa ben 4 adam gönderirim oraya, 8 tane füze fırlatırım, gerekçe olur”[10] açıklamasında bulunmuş bir iktidara TAK aranılan gerekçeyi böylece sunmuş oluyor (her ne kadar devletin böyle bir niyet için gerekçe sıkıntısı sorunu olmasa da). Böylesi bir müdahale AKP iktidarına, hem artan şovenizm ile yurt içinde kendi konumlarını sağlama alma, hem Suriye’deki YPG ilerleyişine son verme, hem de uluslararası kamuoyunda IŞİD ile olan bağlantılarını kamufle etme fırsatı vereceği için AKP bu fırsatı geri çevirmemiş, yıllardır hayalini kurdukları Suriye müdahalesi için gerekli meşruiyet zeminini oluşturmak için Goebbels’i kıskandıracak bir kara propagandaya girişmişlerdir. ABD için 11 Eylül saldırıları Irak’a müdahale için nasıl bir gerekçe idiyse, Türkiye için 17 Şubat odur, en azından AKP benzer bir etkiyi yaratmak için var gücüyle çalışmaktadır.
Ortadoğu’da kan banyosu olanca hızıyla devam etmektedir. AKP’nin olası bir Suriye müdahalesi –bu müdahalenin uluslar arası ilişkilerdeki yansımasından bağımsız olarak- bu kan banyosunu hızlandırmaktan başka hiçbir işlev görmeyecektir.
Ortadoğu’nun ihtiyaç duyduğu daha fazla emperyalist müdahale ya da daha fazla etnik/mezhepsel kutuplaşma değil, Ortadoğu halklarının ve işçi sınıfının örgütlülüğü temelinde kurulacak bir Sosyalist Ortadoğu Konfederasyonu’dur. Bu konfederasyona giden yol ise sınıf birliğiyle emperyalist politikalara karşı çıkmaktan geçer.
[1] http://www.ntv.com.tr/turkiye/basbakan-davutogludan-ankaradaki-patlamaya-iliskin-aciklama,GpJPYDJmHk6fw6mPIUKNzA
[2] http://www.rotahaber.com/guncel/davutoglu-ankara-saldirisi-sonrasi-oylarda-yukselis-var-h562762.html
[3] https://www.youtube.com/watch?v=j6rOBGy8qAc
[4] http://www.radikal.com.tr/turkiye/erdogan-mesru-mudafaa-hakkimizi-kullanmaktan-cekinmeyiz-1512953/
[5] http://www.internethaber.com/ankara-patlamasi-ypg-isi-cikti-davutoglundan-flas-aciklama-1567007h.htm
[6] http://www.internethaber.com/ankara-patlamasi-ypg-isi-cikti-davutoglundan-flas-aciklama-1567007h.htm
[7] http://direnisteyiz3.org/erdogan-pyd-ypgyi-hedef-gostererek-dostlarini-ikna-turlarina-basladi/
[8] http://www.diken.com.tr/davutoglunu-yalanlayan-ypg-suriye-ve-rojavaya-yonelik-saldirinin-zemini-hazirlaniyor/
[9] http://www.imctv.com.tr/takin-acikladigi-abdulbaki-somer-ile-babasinin-dnasi-eslesti/
[10] http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/akpnin-savas-sucu-2-hakan-fidan-gerekirse-suleyman-sahi-biz-bombalariz-haberi-9007